Wittgenstein okuru

Büyük yağmurdan sonraki ilk gün, güneş hasretlik giderir gibi üstümüzde duruyor ve ben karşımda oturan adama bakıyorum. Hayır tam karşımda değil, biraz çaprazımda. Önce elinde tutuğu kitaba bakıyorum adamın, sonra da gayri ihtiyari yüzüne. İhsan Fazlıoğlu olsa, Üsküdar-Beşiktaş motorunda Wittgenstein okuyarak karşıya geçmeye çalışan birine kesin celallenirdi. Bu nasıl tefelsüf böyle! Ama ben hiç celallenmeden, bir süre daha Wittgenstein okurunun yüzüne dikkat kesiliyorum. Bu yorgun gözler, bu oruç tutmuş da rengi solmuş gibi duran yanaklar, bu kurumuş dudaklar ve bu kimsenin uğramayacağı tenha suret, dünyadan gönül rızasıyla çekilmiş birinin orta yere bıraktığı emanetlere benziyor. Bir üniversite hocası olabilir, diyorum içimden; özel bir firmada çalışan biri olabilir ya da aklımın ucundan bile geçmeyen bir işi vardır. Ama bir bürokrat değil, kesinlikle ve hiçbir şekilde değil. Bürokrat her yerde bürokrattır; gözlerini bir çivi gibi şuraya buraya çakar, cehaletini kollarıyla birlikte bir masanın üzerine yayıp, ‘evet arkadaşlar başlıyoruz’ diye buyurur, yüzünü böyle sahipsiz bırakmaz ve şu koltuk kaybettiren dalgınlığı daha işin başında ürküterek civarından kovar. Oysa ben, her gün yıkılan ve her gün yeniden kurulan bir ülkenin şamatasını duyamayacak kadar dalmış bir adamın çaprazında oturmaktayım…

Acaba Wittgenstein okuru Wittgenstein’ın hangi kitabını okuyor? Gözlerimi aşağıya kaydırıp, yeniden kitabın kapağına odaklanıyorum. Yazarın ismi tam yazılması gereken yere ve okunaklı bir şekilde yazılmış ama kitabın ismi alışılmadık bir yerde. Yayınevinin kapak tasarımcısı yeni bir tarz denemiş belli ki; eserin adını, soldan aşağıya doğru üstelik küçük harflerle sarkıtmış. Adam, Ludwig’in “Felsefi Soruşturmaları”nı okuyor olabilir, “Kesinlik Üstüne”yi ya da “Tractatus Logico-Philosophicusu”u da okuyor olabilir. Buradan, baktığım mesafeden, sol elde tutulan kitabın bunlardan hangisi olduğunu çıkarmakta güçlük çekiyorum. Biraz yaklaşıp baksam mı? Bunu denemek yerine, Wittgenstein okurunu da okuduğu kitabı da orada bırakıp, motorun baş kısmına doğru yürüyorum. Motorun baş kısmı bana Sinbad’ı hatırlatıyor çünkü; hadi utanarak söyleyeyim, orada kendimi tayfalarıyla birlikte denizlere açılmış bir kaptan gibi hissettiğim oluyor bazen. Bazen küçük bir deniz motoruna elektronik biletle yolcu kabul edildiğimi unutuyor, bir geminin baş tarafında diklenerek duruyor ve karşımda koca Beşiktaş semti yokmuş gibi uzaklara bakıyorum. Üstelik Beşiktaş’ta, deniz tarafındaki meydanda koca Barbaros reisin muzır bir şekilde bana baktığını bile bile…

Ben yukarıdaki adam gibi değilim. Wittgenstein’ın yazdıklarından çok kapağında ya da içinde Wittgenstein geçen birkaç kitap okudum; “Wittgenstein’ın Yeğeni”ni mesela, sonra “Wittgenstein’ın Metresi”ni. Kendimi entelektüel bir modaya kaptırdığımı zannetmenizi istemem. Birinci kitap Thomas Bernhard’a ait bir roman ve ben doğal olarak Bernhard’a ait her şeyi, daha çevrilir çevrilmez hıfzederim. İsmi yeterince kışkırtıcı olan ikinci kitabı okumamın sebebiyse, iyi kitap mütehassısı bir arkadaşım tarafından yayınlanmasıydı. Hem zaten okuyanlar bilir, ilkinde Bernhard bizi bir hastanenin koridorlarında dolaştırıyor,  yeğeniyle karşılaştırma yapmak için de arada bir filozofa uğruyordu; ikincisinde ise ne Wittgenstein vardı ortada ne de metresi. Deniz sahilinde hasta bir kadın, sayıklamalarının arasına ancak “kültürlüler”in ilgileneceği bir kısım bilgileri serpiştirip durmaktaydı. Söylendiğine göre yazarı Wittgenstein’in Metresi’ni pek çok yayınevine teklif etmiş, pek çok editöre okutmuş ama hepsinden de ret cevabı almıştı. Ya daha başlar başlamaz, bir abesle iştigal etmemek için dosyayı kenara atıyor ya da bu eylemi bir abesle iştigal ettikten sonra yerine getiriyorlardı. Her iki durumda da yazar için sonuç değişmiyordu: Saçma, anlaşılmaz…

Motorun burnu Beşiktaş iskelesinin iri lastiklerine yapışırken, “Biz böyle her gün Asya’dan Avrupa’ya ve Avrupa’dan Asya’ya geçip duruyoruz,” diye geçirdim içimden; “üstelik aklımızı bir o yakada, bir bu yakada bırakarak. Ama bugün bu motorda, aklıyla birlikte yolculuğa çıkmış, muhtemelen şimdi kitabını çantasına iliştirmekte olan bir Wittgenstein okuru da bulunuyor. Kurnaz birine benzemiyor; otururken bile bir başkasının yerine bir süreliğine kıvrılmış gibi oturuyor. Dünyanın neresine gitse, hangi denizinden geçse değişmeyecek bir oturuş. Çilehanesini kendi içine kurmuş bir Beşir Fuad.” Sağ ayağımı motordan iskeleye atarken, yukarıdaki Wittgenstein okuruyla, şimdi ruhu yukarılarda bir yerlerde dolaşmakta olan Beşir Fuad’ı yan yana getirmiş olmam bana bile ilginç geliyor. Acaba büyük çıkmaz hâlâ birilerinin aklında devam mı ediyor, diyorum; bunca hakikat söylevcisinin olduğu ve artık felsefeye ihtiyaç duymadığımız bir zamanda hâlâ elimizden kaçıp kurtulan birileri mi var?  Hâlâ kuşkular duyan, hâlâ kuşkularıyla dolaşan, hâlâ kuşkusunu böyle ulu orta herkese gösteren. Üstelik şov yapmadan, terbiye edilmiş bir bedenin içinde; üstelik benzi solmuş bir Beşir Fuad olarak.