Annem sobanın yanına odunlar yığmış. Ateş cılızlaştıkça birkaç odun daha atıyor sobaya. Uzun bir kış akşamı; tipi, kar tanelerini pencereye çarpıp duruyor. Dünyanın uzağında bir yerde ve dışarıdaki uğultudan ürpermiş bir halde öylece oturuyoruz. İnsan ruhu böyle havaları tecrübeye yanaşmaz; her fırtına sanki ilk fırtınaymış gibi yüzler asılır, odanın havası ağırlaşır, dil susar, herkes kendi mukadderatının kovuğuna çekilir. “Hadi kalkın yatın.” Bu dedemin sesi. Gerçekten gidip uyumamızı mı istiyor yoksa sessizliği bozmak için öylesine mi konuşuyor muamma. Ama dede sesi sevimli bir buyruktur. Kalkıp odalara dağılıyor, yataklarımıza çekiliyoruz. Uykuya yenik düşmeden önce, sabahleyin karın bütün evlerin boyunu aşacağını, sonsuza kadar onun altında kalacağımızı düşünüyorum. Gelir gelmez çocukların tasalarını silen uyku, dağlardan kopan uğultuyla arama kalın bir perde çekiyor. Sabahleyin uyandığımda, dışarıdan şen şakrak sesler duyuyorum. Fırtına dinmiş, yüzler gevşemiş; bir sürü esmer adam, ellerinde kürekler, bembeyaz bir dünyanın ortasında şakalaşarak kar patikaları açıyor. Biri birden aşka gelip bir türkü de tutturuyor: “Bunun bir sevdiği var, loylu da yar leyli de yar ley ley ley / Günde on çeşit giyer, aleylim neni de kınalım neni de belalım neni de neni…”
***
Bir an çıkarıp sandalyelerin arkasına attığımız parkalara takılıyor gözüm. İkisi hariç, hepsi haki renkte. Erzurum’da edebiyat fakültesinin kantininde sıradan bir kış günü. Şemsiye taşıma alışkanlığımız hiç yok. İçeriye girdiğimizde omuzlarımıza, saçlarımıza yerleşmiş karları temizliyoruz ilkin. Birimiz çay almaya gidiyor. Tam o ara şair Nazir Akalın uğruyor masamıza, rutin selamlaşmalar, öylesine birkaç söz. Biz ayrı bir takımız, bunu bildiği için sözü fazla uzatmadan bir başka masaya uzanıyor. Çaylar geliyor; sigara paketleri zaten masanın üzerine konulmuş, ellerimiz ısınmaya başlamış. Nöbetten dönmüş askerler gibi, hışımla ilk sigaraları yakıyor, ilk çayları yudumluyoruz. İçimizden biri, “bu dergi” diyor, “devrimin ayak sesleri olacak. Sert şiirler yazacağız, sesimizi duymayan kalmayacak…” Fakülte kantininin penceresinden dışarıya bakıyorum, günlerdir yağan kar, belki de yorgunluktan, savrularak camlara düşüveriyor. Bir masalın ortasında kıyamet ateşi yakıyoruz sanki. Sonra, kurduğumuz hayalle yanıp tutuşmuş bir halde kalkıp kimi yerleri ıslak parkalarımızı giyerek dışarıya çıkıyoruz. İçimizden biri, Erzurumlu olanı bir pamuk tarlasının ortasında aşka gelip bir türkü tutturuyor; “Pencereden kar geliyor / Ela gözden yaş geliyor…”
***
Muş – Varto yolunda kardan başka kimse yok. Bir yerlerden dönüyoruz; karanlık basmadan, yollar kapanmadan kışlaya varabilecek miyiz? Ben UNİMOG’un şoför mahallinde oturuyorum, ellerim kalorifersiz aracın motor kaputunda. Arkada, üstü çadırla örtülmüş yanları açık kasada, emrime verilmiş askerler var. Hepsi de battaniyelere sarınıp boyunlarını içeriye çekmişler, tetikleri buz kesmiş. Bir ara aracın kasasındaki çocukları düşünüyorum. Kaderin tuhaf çetelesi onları bu dağlarda bir araya getirmiş, bir korku – cesaret oyununun içine atıvermiş işte. Ama şimdi, şu anda şu ölü kar deryasını aceleyle geçip karavanalarına, koğuşlarına, defalarca okudukları mektuplarına dönmek için can atıyorlar. Çantamda birkaç gündür sayfaları karıştırılmamış bir kitap duruyor. Okuduğum kısımları da kahramanları da uzaklaşıp gitmiş benden. Bir başka dünyadan zoraki misafirlerimmiş gibi hissediyorum onları; kaç gündür benimle birlikte eziyet de çekmişler üstelik. Ağır hava karardı kararacak. Şoför uzaktan şehrin ışıklarını görünce, birden kendini tutamayıp başlıyor çığırmaya: “Kürd’ün kızı süt pişirir / Vay lele lele Kürd’ün kızı / Sütün köpüğün taşırır / Vay lele lele Kürd’ün kızı…”
***
İstanbul kar altında. Evimin balkonundan karşı kıyıya bakıyorum. Buradan görünmüyor ama yerini kestirebiliyorum, İstiklal caddesi işte şurada. Ve benim şuradan buradan getirdiğim kar sahnelerinin arasına bana ait olmayan bir başka sahne karışıyor; uzaktan, çok uzaktan bir şairin naşı: Şubat 1934. Cenab Şahabeddin’in cenazesi kaldırılıyor Bakırköy’de. “Kar bir kefen gibi şehri kaplamış.” Fırtına yüzünden otomobil sürücüleri yerinden ırgalanmak istemiyor, kayıklar iskelelere sığınmış, boğaza beyaz ve dalgalı bir perde çekilmiş. Bir dostun cenazesine gitmek için yola koyulan Abdülhak Şinasi yarı yoldan geriye dönmek zorunda kalmış. Geriye ama evine değil. Gidip Tokatlıyan otelinin salonunda cam kenarına oturmuş. Gazetelerde, uzun zamandır gözden düşmüş olan Cenab’a dair kısa birkaç malumat! Orada, bir yandan ıssız caddeye bakıyor bir yandan “pek müessir, durgun ve dalgın bir halde” taze ölünün o meşhur şiirini mırıldanıyor. Cadde-i Kebir’de kar ve şiir birbirine karışıyor: “Dök, haki siyah üstüne ey dest-i sema, dök / Ey dest-i sema, dest-i kerem, dest-i şita, dök!..”