Üstat ve Margarita

İyi okurlar bazı kitapları kıskanır, onları hiç değilse bir süreliğine kimseye tavsiye etmezler. Rus yazar Bulgakov’un “Üstat ve Margarita”sı da bu kıskançlıktan nasiplenmiş bir kitaptır. Bir başyapıt olan “Üstat ve Margarita”nın yazılışının üzerinden 75, yayınlanışının üzerinden ise 50 yıl geçti. Yazılışıyla yayınlanmasının arasındaki çeyrek yüzyıllık zaman aralığının sebebi, kitabın Stalin Rusya’sında sansüre uğramasıydı. Kitap ancak 1966 senesinde, ilkin tefrika olarak okuruyla buluşabildi. Bu ilk yayınlanışında da sansürden nasibini almış, pek çok cümle çıkarılarak metin “güvenli” hale getirilmişti. Ancak yazar, bu haliyle bile kitabının yayınlandığını göremeyecekti. Çünkü Bulgakov, “Üstat ve Margarita”yı bitirdikten bir süre sonra ölmüş, yazdıkları Rusya tarihinin ve Rus siyasetinin iyi bir gününe denk gelmesi umulan bir “şans eser” olarak dosyasında uykuya çekilmişti. Roman, dosyasından çıkarılıp okurla buluşunca sadece yazıldığı ülkede değil, bütün dünyada edebiyat beğenisi olan okurlar tarafından başucu kitaplardan biri haline geldi. Sadece siyasal bir yergiden ötürü mü? Hayır. “Üstat ve Margarita” kurgusu, ironisi ve aşk duygusunu yansıtmaktaki başarısıyla da iyi bir kitaptır.

Kitabı anlatabilmek için biraz Stalin dönemi Moskova’sından bahsetmek gerekir. Her devrim gibi “Ekim Devrimi” de kendi düzenini inşa etmiştir. Kendi yazar örgütlerini, kendi tiyatrosunu, yazarlarını, şairlerini ve her türden seçkinlerini. Bütün bu örgütler ve kişiler, yeteneklerinden ötürü değil, propaganda aygıtına malzeme üretmelerinden ötürü kendilerine statü kazandırılmış kişilerdir. Görevlerinin ne olduğunu gayet iyi bilirler. Görevlerini yerine getirdikleri sürece de, sıradan bir işçinin asla oturamayacağı bir sofrada ağırlanırlar. Elbette birer sanatçıdırlar; oyunlar sahnelemekte, şiirler yazmakta, kitaplar çıkarmaktadırlar. Ama bütün bu üretim, bir cilalama faaliyetidir. Onların kalemlerinden ve sahnelerinden Moskova’ya bakan biri, emeğin adaletle dağıtıldığı, sınıfların ortadan kalktığı, yoldaşlığın erdemlerinden geçilmeyen bir halkla karşılaşır. Rüşvetin adı bile geçmez. Devrimin kusurlarından bahsedecek bir aklı evvel ya da hayatından şikâyet eden bir emekçi çıkacak olsa, bütün bu onurlandırılmış sanatçı topluluğu şu devrim düşmanına haddini bildirmek için harekete geçerler. Onlar Moskova’nın onaylanmış dilidir; devrimin kusurlarını örtmek için sanatın bütün imkânlarını kullanır, karşılığını da fazlasıyla alırlar. Devrime gerçekten inanıp inanmadıklarını hiç bilemeyiz; kendilerini siyasetin imkânlarıyla öylesine bağlamışlardır ki devrime gerçekten inanıp inanmadıklarını kendileri de bilmezler.

İşte tam da böyle bir zamanda “Şeytan”, biri kedi olmak üzere, hizmetindeki birkaç adamla birlikte Moskova’ya geliverir. Şöyle de söyleyebiliriz: 1930’ların Moskova’sında yaşayan Bulgakov, şeytanı bir roman kahramanı olarak şehre dâhil eder. Şehirde, eserinin yayınlanmasından hiç umudu olmayan Üstat diye bir yazar vardır. Umutsuzdur, çünkü dinin ve metafiziğin insanı baştan çıkaran karanlık kurmacalar olarak görüldüğü bir zamanda, Hz. İsa’nın yargılandığı ve çarmıha gerildiği günleri anlatan bir roman yazmaktadır. Sevgilisi Margarita dışında yazdığı kitabı bilen ve değer veren kimse de yoktur. Bulgakov’un şeytanı, Üstat’a ve sevgilisine yardım etmek için Moskova’ya gelmiştir. Bir yanda yoldaş yazarlar, yoldaş yazar dernekleri ve yoldaş tiyatro oyuncularının sofraları vardır, öbür yanda umutsuz bir romancı ve onun en az kitabı kadar bahtsız sevgilisi. Şeytan hemen işe koyulur. Elbette en önemli silahı paradır. Çantasındaki deste deste ruble sayesinde, çaldığı bütün kapıları kolaylıkla açar, baştan çıkarmak istediği bütün sanatçıları hiç zorlanmadan baştan çıkarır. Bütün yoldaşlar tel tel dökülmektedirler. Devrim makinesinin “ahlaklı” görevlileri, çantadaki rubleleri görünce önce kuşkuyla çevrelerine bakar, alışverişin güven içinde gerçekleştiğini hissettiklerinde ise ellerini şeytanın adamlarına uzatırlar. “Üstat ve Margarita”da, Moskova entelektüellerinin haysiyeti birkaç yüz rubleliktir…

“Üstat ve Margarita”, okuyuculara Goethe’nin Faust’unu da çağrıştırır. Yazarlarının ölmeden biraz önce son noktayı koydukları bu iki kitapta da insan ve şeytan karşı karşıya getirilmiştir. Faust’un şeytanının karşısında, onunla mücadele etme azmi gösteren hür iradeli bir adam vardır. Sonunda bu kavganın galibi de o olur. Bulgakov’un şeytanının karşısına dikilenler ideolojik aygıtın sözcülüğünü yapmakla görevli, değişik biçimlerde ödüllendirilen, çoğu yeteneksiz ve tamamı bir iradeden yoksun insanlardır. Düşünceleri gereği şeytana inanmadıkları için, yazar da şeytanı onların karşısına insan kılığında çıkarır. Ve sonunda, daha iyi bir ücretle ödüllendirildiklerinde, perde arkasında her türden ilişkiye müsait kişiler olduklarını anlarız. “Üstat ve Margarita”da anlatılan sanatçı çevresinin tek kusuru ahlaktan yoksun olmaları değildir. Ondan daha büyük bir kusurları daha vardır: Gerçek acılarla akrabalık kuramayacak bir hale de gelmişlerdir.