Usta oturduğum masanın kenarından üç kez geçti. Birinde selam vererek, diğer ikisinde göz ucuyla bana bakarak. Ki ben ustayı yirmi yıldır tanıyorum; beyaz gömleğini ne zaman giyinip çıkardığını, gözlüklerinin derecesini, oğullarını ve kızlarını evlendirme sırasını, hangi partiyi tuttuğunu, her seçim arifesinde kapıldığı endişeyi, yaz gelince aklından geçenleri, müşteri felsefesini hiç teklemeden sıralayabilirim. Selam verdikten sonra iki kere daha yan çaprazdan beni keserek geçişinin ne manaya geldiğini de gayet iyi biliyorum. Ama ustanın bana açıldığı kadar ben ustaya açılmadım. Bu yüzden kendi işyerinde, kendi müşterisinin yanına şöyle rahatça gelip derdini anlatamıyor; biraz sohbet etmek istediğini belli edip, daveti müşterisinin insafına bırakıyor. Bu sabah ustanın içinde bir kurt var, kımıldayıp duruyor; yanımdan geçerken, boynumu yarım çevirip arkasından bakıyorum. Yıllardır tanıdığımız bir insanın yüzü değil daha çok arka cephesi konuşur. İşte ustanın omuzları ve sırtı, yana düşmüş kolları; küçük başarılarla bu güne kadar idare edilmiş hayatın hazan düşmüş dalları. Usta istese de, istemese de bedeni ölüme hazırlanıyor…
Garip konuşmalarıma alışkın olduğu için, tezgâhtan kasaya dönerken onu cepheme alıp, artık bir sohbete hazır olduğumu gösteren birkaç cümle kuruyorum: “Hey gidi Usta, yirmi senedir şu koridorda tezgâhla kasa arasında mekik dokuyorsun. Ama bakıyorum da hiç bıkkınlık yok üzerinde. Fırsat olsa, yarın yeni bir lokanta açar, orayı da burası gibi yirmi yıl daha saat gibi işletirsin. İkimiz de aynı Anadolulardan çıkıp geldik, aynı yalanlardan, tarla kavgalarından, kız kaçırmalardan, renkli fistanlardan, tenha camilerden. Ama kaderimiz hiç de aynı değil: Ben burada yırtık bir isyan bayrağı gibi sallanıp dururken, sen maşallah burçlara sancak açmış nefer gibisin.” Usta girizgâhımın ne manaya geldiğini hemen anladı. Yanlarına doğru kaykılarak gelip karşıma oturdu; bir ayağı dizinde, her an kalkacakmış gibi. Davet yerine geçen giriş cümlelerimden zerre miktar etkilenmemiş olarak, tam bir Anadolu irfanıyla hemen söze başladı: “Ali Bey, ben de artık kendimi emekliye ayırayım, diyorum.” O an dilimden içime doğru gayr-i resmi bir cümle düştü: Hınzır hayat, insanları ölüme işte böyle hazırlıyorsun…
Bir insan ölüme hazırlanırken ya bir şeyini ya birçok şeyini ya da her bir şeyini sorgulamaya başlar. Usta diyor ki: “Altmış beşime bastım. Bizim ailemizde altmış beşini gören benden başka yalnızca bir kişi oldu. Rahmetli babam, amcam, erkek kardeşim hepsi de erkenden öbür dünyaya göç etti. Ben bu yaşı Yaradan’ın bir lütfu sayıyorum. Biraz da şu işyerinin meşgaleleri canlı tuttu herhalde diye düşünüyorum. Mengen’deki köyümden çok erken ayrıldım. Ömrüm burada geçti. Oğullarımı evlendirdim, kızımı verdim, hepsinden torunlarım var. Onlara da pek vakit ayıramadım; geçenlerde haber göndermişler, cumartesi gününü ‘dedeler günü’ ilan ettik diye. Hepsini toplayıp parka götürdüm, her biri üstüme saldırıyor, öyle özlemişler. Bir de hem ben hem yengen köyü çok özledik. Oradaki evi seneler önce dönerim niyetiyle yıkıp yeniden yaptım. Ama dönmek hiç mümkün olmadı. Şimdi artık karar verdim. Yerleşmesem de senenin yarısını köyde geçirmek istiyorum. Kışı bile özledim. Belki de insan sona yaklaşırken her şey gözünden düşmeye başlıyor; başa, başladığı yere dönmek istiyor. Çocukluğum gözümde tütüyor. Çocukluğumda burada değil, orada…”
Buradaki bütün çocuklar Usta’yı severler; aşçılar ve kasiyer kız da öyle. Ve işte kimseyi incitmeyen, patronluğunu göstermeden işleri idare eden, sessizce geçmişini toplayıp kaderinin tutarını çıkarmaya çalışan, arkadan bakınca yaşlandığı her halinden belli bir adam, bir sabah vakti bana dünyadan göçmeden önceki biricik hayalini açıklıyor: Çocukluğunun evine geri dönmek. Tarihin kabarık defteri artık çok da ilgilendirmiyor onu; bir adı kalmayacağının, unutulup gideceğinin farkında. Hayatın bir vazife olduğunu, o vazifeyi de fazlasıyla yerine getirdiğini düşünüyor. Usta’ya bakıyorum; kısa sohbetlerle, karşılıklı selamlaşmalarla geçmiş yılların insanı hüzünlendiren beyhudeliğini iliklerime kadar hissederek. Dışarıda yağmur var, vitrine uzak bir yere oturduğum halde, şemsiyeleriyle sağa sola giden insanları görebiliyorum. Usta, masadan kalkmadan önce benden bir şey duymak istiyor. Bunu hissedebiliyorum ama duymak istediği cümlenin ne olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Kendi göçüne hazırlanan bir adama ne söylenebilir? Karşı duvardaki devasa İstanbul resmine takılıyor gözüm. Nakkaştepe’den çekilmiş olmalı: Güneşli, masmavi bir gökyüzünün altında Boğaz köprüsü; fotoğraf denizdeki birkaç gemiyi öylece dondurmuş. Usta ölümden bahsederken benim içimde müthiş bir yaşama arzusu. Diyorum ki Usta, neyde hevesin kaldıysa onu yap…
Usta konuşmak istiyor…
