Bu başlık tam olarak 22 yıl önce, 1997 yılında Milli Gazete’de bu fakirin yazdığı “Medya Günlüğü” köşesinde atıldı.
Bugün 28 Şubat iddianamesine de giren bir hâdise üzerine yazılmış bir yazının başlığını süslemişti…
Dönemin kudretli ismi -ki komuta kademesinde olup da kudretsizi de yoktu- Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, gizli bir yazı ile komutanlık bünyesindeki minarelerin yıkılmasını, camilerdeki ayetleri kast ederek manası bilinmeyen Arapça kelimelerin sökülmesini, mescitlerdeki takke ve tesbih gibi eşyaların kaldırılmasını emretmişti…
Konu medyaya intikal etmiş ve büyük bir tartışma başlamıştı…
RP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla Oğuzhan Asiltürk sert bir açıklama yapmıştı…
2001 yılında şahsımı “Tayyipçi bu atın” diyerek Milli Gazete’de yazılarımın son verilmesi emrini de vermiş olan Oğuzhan Asiltürk’ün askerî kanat ile yaşanan tüm gerilimlerde başrolde olması da bugün geriye bakınca oldukça manidardır…
O zamanlar “vay be ne cesur adam” olarak payeler toplayan Asiltürk’ün mensubu olduğu yapının bugün kimlerle dans ettiğini dikkate alınca, o gerilimleri 28 Şubat’a giden yolun taşlarını döşemek için kasıtlı mı artırdı sorusu aklımın köşelerinde dolanıp durur hep…
Asiltürk’ün çıkışına dönemin en ünlü “karakter rumuzu” karşılık verdi…
Gazete manşetleri ve televizyon haber bültenlerinin en tanınan siması “isimsiz üst düzey bir komutan”dı o aralar…
Herhangi bir haberine başına bu ibare kondu mu manşetler yıkılır, bültenler yeniden düzenlenir ve ülkeye korku verecek bir haberin nüvesi oluşturulurdu…
Herkes bilirdi ki bu rumuz bizzat Genelkurmay Başkanlığı binasında dolaşmakta, kimin işine yarayacaksa zamana ve duruma göre kullanılmaktaydı. Bugün demokrasi havarisi, insan hakları aktivisti, adalet arayıcısı kesilen pek çok tanınmış medya simsarı da kapıdan atılacak kemiği bekleyen finolar gibi bu rumuzdan parça alabilmek için nöbet tutarlardı…
Gazeteci “andıç”lamak diye bir kavram da vardı; asker medyada süründürmek istediği kişiler ya da oluşturmak istediği gündem ile ilgili bilgiyi verir, bu finolar da koşuştura koşuştura yazarlardı…
Teoman Koman’ın gizli emri ortaya çıkıp Asiltürk cevap verince bu kez manşetlere karşılık olarak “üst düzey bir askeri yetkili” çıkmış RP’ye “balans” yapmıştı…
Ben de yukarıdaki başlığı attığım bir yazıda, askeri üniformanın arkasına sığınarak seçilmiş hükümete ayar vermeye çalışmanın yanlışlığını dile getirerek “yüreğin yiyorsa üniformanı çıkar ve siyasete atıl” çağrısında bulunmuştum…
Bu çağrıya cevap “üst düzey bir askeri yetkili” rumuzundan değil Teoman Komandan bir mahkeme celbiyle gelmişti…
Tazminat ve hapis cezası istiyordu…
Savcılığa gidip ifade verdik ama bir şey çıkmadı. Bu gelişme nedeniyle gazete yönetimine başvurarak Oğuzhan Asiltürk’e cevap veren kişinin -o ana kadar ortaya çıkmamıştı- Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman olduğunun ortaya çıktığını ve gerekenin yapılmasını rica ettim…
Hatırladığım kadarıyla bilgi kendisine iletildi ama ses çıkmadı…
Gerilim çıkarmada baş aktör olan Oğuzhan Asiltürk, konuyu takip etmedi…
O Teoman Koman ki, Ağustos 1996 yılında neredeyse darbe yapması beklenen bir isimdi, dönenim ABD Dış İşleri Bakanı Madeline Albright “seçilmiş hükümetin yanında” olduklarını açıkladı da, herkes derin nefes aldı. Aynı Albriht meğerse işi “silahsız kuvvetlere” havale etmişti ve “postmodern darbe” denilen yeni bir olgu ile karşılaşıyorduk…
Postmodern şartların olgunlaşmasını bekleyip yaklaşık sekiz ay sonra meşhur 28 Şubat MGK toplantısında “yeni nesil darbe”yi yaptılar…
Teoman Koman klasik darbeyi yapsaydı başımıza neler geleceğini bir tek Yaradan biliyor…
28 Şubat süreci böyle zorlu bir dönemdi…
Bizi zaten yok sayıyorlardı ama kendilerinden bildiklerine de nefes aldırmıyorlardı…
Mesela “Ben Saadettin Teksoy” girişi ile ünlenen gazeteci programında “Selamünaleyküm” dediği, içinde “Allah” geçen bölümler yayınlandığı için doğrudan Genelkurmay’dan aranıp zılgıt yiyor ve daha seküler Anadolu haberleri yapmaya zorlanıyordu…
Ve dahi, o dönem Batı Çalışma Grubu denen kamuda ve sivilde bütün dindarları fişleme amaçlı oluşturulan yapıya bilgi aktaran “içimizdeki İrlandalılar” da yok değildi…
O dönem aktif yazarlık yapan bir isim tesadüfi olarak böyle bir oltaya takıldı…
Kendisini tanıyan bir arkadaşım sesini değiştirerek şaka amaçlı arayıp, “Ben Batı Çalışma Grubu adına arıyorum, siz İslamî camiayı iyi tanıyorsunuz bize bu konuda bir rapor yazmanızı istiyoruz” diye muziplik yapmaya kalktığında aldığı “ama sayın komutanım ben o raporu geçen hafta filanca albaya vermiştim” şeklinde aldığı cevap karşısında donup kalmasını bana büyük bir şaşkınlık içinde anlatmıştı.
Görüşme sonrası “acaba beni tanıyıp bana karşı şaka mı yaptı” tereddüdüne düşen arkadaş, bu sefer kendi adıyla yeniden aradığında muhatabındaki ses bozukluğu üzerine “hayırdır abi” sorusuna, “biraz önce tatsız bir konuşma yaptım da, onun etkisi var” cümlesini duyunca aslında mücahid sanıp her gün yazılarını okuduğu kişinin ne tür bir şahsiyet olduğunu anlamıştı…
At izi ile it izinin karıştığı, karıştırıldığı bir dönemdi…
Mütedeyyin insanların devlet mekanizmasından ve sivil hayattan tecrit edildiği, FETÖ illetine dikensiz gül bahçesinin hazırlandığı bir süreçti…
Pavyon kadınlarının sahte şeyh koynunda ikinci eş diye pazarlandığı, cinci hoca tiplerinin din adamı sıfatıyla pisliklerinin teşhir edildiği, tekbir atılmasının “irtica hortladı” diye büyük puntolu haberler yapıldığı günlerdi…
Üzerinden sadece yirmi yıl geçen o korkunç zulüm günlerinin bugünkü gençliğe bir şey ifade etmediğinin farkındayım…
Onlara bugün içinde yaşadıkları günlerin kıymetini hatırlatıp 28 Şubat’tan örnek verdiğimizde sıkıldıklarına şahit oluyoruz…
Anlamıyorlar…
Çünkü bilmiyorlar…
Çünkü görmediler…
İnşaallah da görmezler…
Ama unutmamaları gereken bir şey var; yerden yere vurdukları, Hz. Âdem’den beri Türkiye’yi yönettiğini düşündükleri bugünkü iktidarın yerine, Mine Kırıkkanat’ın ağzından itiraf edildiği gibi “intikamımızı alacağız” hırsı içindeki 28 Şubat zihniyeti gelirse, bugünleri mumla arayabilirler!
“Üst düzey bir komutana açık mektup”
