“Ursula K. Le Guin’in Dünyası” belgeseli

Northwest Film Forum, Seattle’ın Capitol Hill semtinde yer alan, sinemada “kolektif tecrübeleri destekleme” gibi bir amaçla faaliyet gösteren bir film merkezi. Geçen Çarşamba gecesi ölümünün birinci yıl dönümü dolayısıyla Ursula K. Le Guin’in Dünyası (Worlds of Ursula K. Le Guin) belgeselini izledim bu merkezde.
Belgeselin yönetmeni Arwen Curry, 68 dakikalık filmin yapımına, tasarı aşamasıyla birlikte on yıl ayırmış. Le Guin’in kendisi ve yakınlarıyla konuşmalar, geçmişinin belgeleri, meslektaşlarının görüşleri derken bitiverdi film.
Ursula K. Le Guin 1929, Californiya, Berkeley doğumlu. Annesi Theodora Kroeber-Quinn (Kracow) psikolog ve yazar, babası Alfred Kroeber ise antropolog. Henüz 22 yaşındayken evlendiği eşi Charles A. Le Guin ise tarihçi. Kroeber, çalışmalarını Amerikan yerlileri üzerine yoğunlaştırmış bir antropolog. Yani yerlilerinin son temsilcisi İshi üzerine yaptığı uzun yıllara dayalı çalışmadan söz edildi belgeselde. Theodora Hanım da eşinin yolculuklarına katılıyor, akademik ve toplumsal hayatının içinde oluyor hep. Amerikan yerlileri onun da ilgi alanına giriyor ve 1961’de, Yani’lerin son temsilcisi Ishi’nin biyografisini kaleme alıyor. Amerikan yerlilerinin hayatına derinlemesine nüfuz eden çalışmaların ve Ishi ile bizzat tanışıklığın Ursula K. Le Guin üzerinde büyük bir etkisi olduğu, onun gözlerini başka dünyaların kelimelerine ve çığlıklarına açtığı söylenebilir. Yerlilerin gasp edilen dünyası konusunda sağlanabilecek gerçek bir dünyevi adalet mümkün mü?
Le Guin üniversitede Fransız ve İtalyan edebiyatı okuyor, yüksek lisansını ise Rönesans edebiyatı alanında yapıyor. Belgeselde genç kız Ursula’yı bir piknik yerinde gösteren siyah beyaz bir fotoğraf var, arkadaş grubunun uzağında, elinde bir defter ve kalemle görünüyor. Yüzünün ifadesinde geleceğin yazarını yakalıyorsunuz, anlatmak istediği ne çok şey var!
Oregon Eyaleti’ne, Portland’a hayatının son döneminde gelmiş Le Guin, oysa kıyılarında gezindiği okyanusun ve uçsuz bucaksız Portland ormanlarının Yerdeniz Büyücüsü’nün ilham kaynaklarından biri olduğunu düşünürdüm.
Le Guin, Yerdeniz dizisini yazmaya başladığı 1964’te yaygın olan bilimkurgu dilinin etkisinde olduğunu ifade ediyor belgeselde. 60’lar feminist söylemi ailenin sorgulanmasıyla buluşturan yıllar ve o bir anne olarak aileyi sorgu sual altına alan bu dile yabancılık duyuyor. Süreç içinde kitaplar yayınlamayı sürdürürken kadın olarak yazmak ve erkek olarak yazmak, dilde muhatap kabul edilecek bir görünürlüğe sahiplik veya namevcut sayılmak gibi konularda düşünüp kendi feminizmini keşfediyor. Verili dünyanın sertliği, hoyratlığı ve zorbalığı karşısında kişisel ütopyasını geliştirmeye yöneliyor. 1964’te bir öyküyle geliştirmeye başladığı kurgusal evreni Yerdeniz’de geçen üç kitabını erkek diliyle yazdığını, erkek kahramanlarının önde ve ağırlıklı, kadın kişilerinin ise silik olduğunu fark ettiğinde dördüncü bir kitap kaleme alıyor. Tehanu (1990) isimli bu kitapta başkahramanı olumlu, dinamik bir kadın kişilik. Dörtlüye daha sonra Yerdeniz Öyküleri ve Öteki Rüzgar ekleniyor. Edebiyat çevreleri Le Guin’i neredeyse on yıl boyunca görmezden gelirken, o, ödül ve değerlendirmelerin dışında kalarak kendi okuyucusuna yazmayı sürdürüyor.
Üç çocuk annesi Le Guin. Oğullarından biri, “Annem disiplinli bir insandı, sabahları bizleri giydirip okula yollar, sonra kitaplarına çalışırdı. Öğleden sonra da ev işi yapardı” diye hatırlıyor annesinin gençlik yıllarını. Belgeselde Margaret Atwood, Neil Gaiman, David Mitchell ve Michael Chabon, Le Guin’in yazarlıkları üzerindeki etkisini anlatıyorlar. Le Guin yazarlara “Bu karakterin kadın olmaması için herhangi bir sebep var mı?” sorusunu sordurtan bir yazar. Yazarlık faaliyetini pazarlama yöntemlerine bağımlı kılmaya yönelik baskıyı sorguluyor belgeselde de… 2014’te Ulusal Edebiyat Ödülleri tarafından layık bulunduğu Onur Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, “Ticari fırsatçıların bizi deodorant gibi satmalarına, neyi yayınlayıp neyi yazacağımızı söylemelerine müsaade ediyoruz” diyerek, Amazon ve benzeri kuruluşları eleştirmişti.
Kimileri Ursula K. Le Guin’i “başka bir dünya mümkün”ün izahını mümkün kılan metinleri için seviyor, kimileri de üslubu konusundaki sebatı nedeniyle. Zorlu gerçeklik karşısında mücadele yollarının tıkandığı dönemlerde, ütopyalara özgü tasarım ve terminolojiye tutunuyor nahif seküler bilinç. Ursula K. Le Guin’in ütopik kişileri, mekanları, isimleri ve kavramları, ideolojilerin öldüğü söylenen bir dönemde yeni gerçekliğin sorularına yabancılaşan kesimlerde bir karşılık buldu. Aile ile feminizmin bir araya geldiği fantastik ve bilim kurgu dili bu ilgiyi genişletti süreç içinde. Hazırlıksız yakalanılan gerçekliğin oluşturduğu umutsuzluk, soğuk ve karanlık çeliğin, balta girmemiş karanlık ormanların alışılmışın dışında bir gizem örtüsüne bürünmesi sonucunu getiriyor. Yeni bir panteist sığınmayı ve büyüyü geri çağıran masalsı estetiği, teknolojiyle vahşi tabiat arasında gelgitler yaşayan gizemli maceraları konu alan filmlerde ve oyunlarda da fark ediyorsunuz.
Belgeselin yönetmeni Arwen Curry, Le Guin’den, “O bize konforun ahlaki ve düşünsel berraklıkla uyumsuz olmadığını gösteriyor ve umuda nasıl ulaşacağımızı” diye söz ediyor bir konuşmasında. Ne derece doğru bir tanımlama, bilmiyorum, iyi bir Ursula K Le Guin okuru değilim, öykülerini ve denemelerini okudum, okuyorum. Mülksüzler’i bitiremeden bırakmıştım, Yerdeniz’in ilk kitaplarını okudum. Mülksüzler’i bitiremememin sebebi belki de Curry’in “tedirginlik” yerine “konfor” kelimesini kullanmasını sağlayan şeydir. Bana Ursula K. Le Guin belgeselin içeriği, “Yani yerlileri”nin yazarın dili ve kurguları üzerindeki etkisini düşündürüyor. Böyle bir yazıda daha kapsayıcı cümleler kurabilmek için Mülksüzler’i yeniden okumam gerektiğini de fark ettim belgeseli izlerken.