Duvardaki Audrey Hepburn ve Petersburg resimlerine bakarken, “Bu kantinlerde hiçbir şey yaşlanmıyor” diye geçirdim içimden; “Çünkü üniversite kantinleri; kreşler, ilkokullar, ortaokullar ve liselerde ruhlarının büyük bir kısmını eğitim endüstrisine teslim etmiş gençlerin son bir kez nefes aldığı yerler. Hayatlarının geçiş döneminde bir süreliğine buraya takılacak, burada uykusuzluklarını, tuhaf hallerini, sınav korkularını, ders notlarını ve gürültülerini bırakacak, burada bazı şarkılar dinleyecek, ucuz çaylardan ve hepsi biraz indirimli olan ucuz yiyeceklerden yiyecek, birkaç yıl sonra da ayrılıp bir yerlere gidecekler. Eğer kantini işletenler şu duvardaki Audrey Hepburn resmini değiştirmezlerse, arkalarından gelen kuşaklar da aynı genç kadına bakmaya devam edecek. Herkes biraz yaşlanacak ama Hepburn bir duvar güzeli olarak, orada öylece kalakalacak. Davud Oğlu Vaiz’in söylediği gibi: ‘Kuşaklar gelecek, kuşaklar gidecek ama dünya sonsuza kadar kalacak.’ Hep bir Hepburn resmi tadında, hep heves edilmiş, hep heves kırmış olarak ve şu hiç gidilemeyecek Petersburg’lar kadar uzak…”
“Aslında” diye geçirdim içimden, “Katılacağım program olmasa, buraya, bu egzozlu yol kenarı üniversitesine belki de hiçbir zaman uğramayacak ve bahçesindeki bu kantini hiçbir zaman göremeyecektim. Niyetim sadece bir mercimek çorbası içmekti. Kapısından girdiğimde Hepburn ve Petersburg’u çoktan unutmuş bir haldeydim ve bir zamandır bir liraya çay da içmemiştim. Büyük bir gürültünün ortasında kurulmuş bulunan bu egzozlu yol kenarı üniversitesinin öğrencileri, kantinde yüksek sesle müzik dinleyerek, kahkahalar atarak, bağırıp çağırarak kendi gürültülerini de ona eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Arka sağımda birden nefis bir gürültü patladı; döndüm baktım, köşedeki tek langırt makinesinde bir grup genç langırt oynuyordu. Gençlerin böyle zamanlarda göz alıcı bir güzelliği vardır; işte biri bir gol atıyor ve yumruğunu önce havaya kaldırıyor, sonra da arkadaşıyla çak yapıyor. Hep birileri gelip çay ve atıştırmalık sırasına giriyor, bir grup kız öğrenci bir masada oturmuş bir şeyler konuşuyor, bir başkası tek başına bir şeyler düşünüyor ve kalkıp derse gidenlerin yerine benzerleri gelip kuruluyor. Onlar şimdilik buraya aitler ve benim bu küçük kantinde bir yabancı olduğum her halimden anlaşılıyor. Bir an onların gözünde nasıl göründüğümü merak da ediyorum…”
“Acaba” diye geçirdim içimden, “Bu egzozlu yol kenarı üniversitesinin öğrencileri gelip şu kantine oturduklarında neleri konuşuyor, neleri okuyor, nelerle ilgileniyor ve dünyada olup bitenler hakkında neler düşünüyorlar. Ama bu soru dizisini hemen uzaklaştırdım aklımdan. Çünkü burada, bu derme çatma mekânda bir şeyler okumanın, bir şeyler üzerine sakince konuşmanın imkânı yoktu. Yol kenarında bazı boş binalar bulunmuş, onları bari üniversite olarak değerlendirelim denmiş, küçük bahçesine de şöyle küçücük bir kantin kondurulmuştu. “Berci Kristin Çöp Masalları”ndan çıkan çocuklar, masallarını bir şekilde burada da devam ettiriyorlardı işte. Bir duvarda Hepburn öbüründe Petersburg. İnşası bitmemiş, nihai halini almamış, yarım ve tamamlanmayı bekleyen mekândan içeriye, tıpkı onun gibi inşası bitmemiş, yarım ve kendilerini tamamlamaya çalışan bir bölük genç daha giriyor. Birkaçı çay almak için sıraya, ötekiler masalara dağılıyor. Bir de dışarıda birkaç masa var; sigara kullananlar çaylarını alır almaz hemen dışarıya çıkıyor. Ve aşağıdaki yoldan hiç bitmeyen bir gürültü, dalgalar halinde gelip bardaklara, kulaklara, Hepburn’lere, Petersburg’lara çarpıyor. Burada biraz da gürültü tedris ediyor çocuklar…”
Kalkarken, “Ama çorba güzeldi” diye geçirdim içimden. “Bir ev hanımının elinden çıkmış kadar güzel. Belki de içerideki küçük mutfakta, şu Berci Kristinleri düşünen biri vardır; çocuklar şöyle sıcak, lezzetli bir çorba içsinler bari diyen biri.” Son bir kez duvardaki fiyat listesine, ucuz plastik masalara, oturmakta olanlara, girip çıkanlara göz gezdiriyorum ve çıkıp egzozlu yol kenarı üniversitesinin bir başka bölgesine doğru yürümeye başlıyorum. Binalardan birinin pencereleri ilişiyor gözüme; çok sayıda küçük kavisli pencere. Osmanlı’ya benzetilmiş ama Osmanlı olmayan, insanda bir sürü delik açılmış hissi veren bir tuhaf cephe. Bir an, şimdi arkamda kalmış, artık içinde olmadığım, öğrencilere lezzetli bir tas mercimek de sunan kantini düşünüyorum. “Muhtemelen” diye geçiriyorum içimden, “Orada oturup kalkan gençlerin hiçbiri, şimdi senin kafana taktığın şeylere takılmıyor. Onlar oturulacak bir iskemleden, çay içecek bir bardaktan, uzanacak bir çimenden, bir langırt masasından pekâlâ mutlu olabiliyorlar.” Sonra içimden bir başka ses: “Ama mesele bu değil ki!” diyor; yoldan gelen acayip gürültü yüzünden, cümlemin gerisini getiremiyorum…