Dünya Müslümanları gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, bizleri bekliyor. Bu da Türkiyeli Müslümanlara büyük bir mükellefiyet yüklüyor. Bunun bilincinde olup daha çok çalışmaya mecburuz.
Aramızdaki safları sıklaştırmadan kâfirlerin İslam coğrafyalarındaki tasallut ve zulümlerini engellememiz mümkün değil. Sevgili dostum ve ağabeyim Ömer Özdemir’in oğlu İsmail Mansur Özdemir’in Sebilürreşad Dergisi’nde yayınlanan bir yazısının bazı kesitleri önemine binaen sizlerle paylaşmak istiyorum.
ÜÇ KITADA ÜÇ EZAN MÜTALAASI
Birinci kıta: Asya
90’lı yılların başlarında Sovyet mezaliminin bittiği ve tüm Türkistan topraklarının öz kimliğe dönmeğe başladığı bir zamanda Kazakistan ile Çin’i ayıran, Almaata’ya yüz kilometre kadar mesafede olan Çehlek bölgesine gitmiştik.
Sovyet doktrinasyonundan kurtulmuş bölgelerdeki Müslümanlarla buluşmak, istişarelerde bulunmak ve dağlık bölgelerdeki kardeşlerimizi ziyaret amacıyla yola çıktık.
Gece sert geçti. Atlarımızı rüzgârın sert estiği tarafa konumlandırıp, aralarında rüzgârdan korunurken dağlarda ayağımızı bastığımız buzdan kütle içimize soğukluk verse de, özgür dağlarda olmanın büyük bir manevi sıcaklık bahşettiğini söylemeliyim.
Sabah namazı vakti geldi ve abdest almak için su aramaya başladık. Fakat -45 derece soğukta tüm su donmuştu. Ahıskalı eski bir savaşçı olan mihmandar İlyas kardeşimiz ise su bulunmadığını ve ateş yakıp bir parça kar eriterek, bir miktar su temin edebileceğini ifade etti.
Bir atik hamle ile karla abdest almaya yöneldik. Şaşkınlıkla bizi izlemeye koyuldu İlyas. Yüzü de biraz heyecanlı bir hal aldı. Bugün hayatta olmayan sevgili Hamza kardeşimiz abdestini bitirip, ezan okumak için, zirvenin bir kenarına doğru hızla yöneldi.
Mihmandar İlyas, “Hamza nereye gidiyor?” diye sordu; biz de “ezan okuyacak” dedik. Ahıskalı İlyas kardeşimiz ezan okumak için bizden müsaade istedi ve “lütfen, ben okuyayım ezanı” dedi. Müsaade ettik. Tepenin yamaca yakın kısmında ezanı okumaya başladı: “Bismillah… Bismillah… Bismillah…”
Yaklaşık on defa böyle söyledi ve sonra heyecanla ve bir çocuk gibi, mutlu bir şekilde koşarak geldi. “Oldu mu ezan, beğendiniz mi?” dedi. “Ezanın çok güzel oldu İlyas,” dedik. Hamza, kardeş, “Bir de ben okuyayım ister misin? Bakalım sen de bunu beğenecek misin?” dedi.
Hamza, uçurumun kenarından zirveye doğru yürüdü ve Tanrı Dağları’nın ayna misali parıldayan yamaçlarına doğru ezanı okumaya başladı. Tanrı Dağları, yetmiş yıl sonra ezan sesiyle yankılanıyordu. “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Eşhedü En La İlahe İllallah…’’
Ahıskalı mihmandar İlyas’a gözlerim ilişti. Dizlerinin üzerine çökmüş, ağlıyordu. Sonra İlyas dağlara bakarak haykırdı, kendisine has şivesiyle: “Bu dağlar, seksen yıldır kar sularıyla abdest alan gençlere hasrettir, bu dağlar seksen yıldır hasrettir, bu dağlar seksen yıldır bu sese hasrettir! Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!’’
80 yıla yakın Sovyet Marksist doktrinasyonunu bir çelik kılıç gibi delen, Ahıskalı İlyas’ın öze dönüşünü ve kimliğini ona en yalın haliyle hatırlatan, Tanrı Dağları’nın zirvelerinde bir kırbaç gibi şaklayan sevgili Hamza’nın ezanını dün gibi hatırlarım.
İKİNCİ KITA: AFRİKA
2010 yılında bir Ramazan ayında, Kenya’da Somali mültecilerinin yaşadığı Hagedera bölgesine yaptığımız yardım çalışmasının ardından önce Garissa’daki mazlumlara, oradan da Malindi’deki
Hıristiyan gruplarca katledilen, 400 kadar Müslüman’ın aileleriyle buluşmaya gitmiştik. Günlerdir evlerinden çıkmaya korkan Malindi’deki Müslüman ahali bizi görünce cesaretle dışarıya çıkmıştı.
Son günümüzde de Kenya’nın başkenti Nairobi’nin yakınında, Kenya’nın en güçlü kabilesine mensup olan ve sonradan İslam’ı seçtiği için korkunç ızdıraplara maruz kalan Kikuma Kabilesi ile son Ramazan günümüzü geçirmek için bölgelerine intikal etmiştik.
Küçük bir topluluk olarak, Nairobi’nin dışında, küçük bir gettoda yaşamaya çalışan Müslümanların bir de küçük bir köy mescidi vardı.
Gittiğimizde düzenlediğimiz iftar davetimize, tüm ahali icabet etmiş ve hazırlıklarını yapmaya devam ediyordu. Kadınlar odun ateşinde pilav ve etleri pişirirken diğer Kikuma mensupları da kendilerine birer meşgale bulmuşlardı.
Kimi odun topluyor, kimi Kur’an-ı Kerim okuyor, kimi bir kenarda sakince bizi süzüp ilk defa gördükleri beyaz Müslümanları hazmetmeye çalışıyordu. Ezan vakti geldi ve ezanı okumamız için bize bir davette bulundular. Tam ezana başlayacaktım ki, tüm hoparlör sisteminin caminin içinde olduğunu gördüm ve sordum:
-“Ezan sesi dışarıdan duyulur mu?”
-“Hayır” dediler.
-“Peki dışarı versek, bu sizin için bir zorluk oluşturur mu?” dedim,
-“Hayır” dediler.
-“O halde hoparlörler mescidin çatısına çıkartılabilir mi? Mümkünse öyle başlayalım, lütfen sesini de açalım.” dedim.
Altyapı oluşturuldu, hoparlörler çatıya monte edildi, megafonun sesi açıldı. Akşam ezanını okumaya başladım. Hem ezanı okuyor hem Kikuma Halkı’nı izliyordum. Yürekleri ağızlarında… Kırk yiğit sahabenin Mekke sokaklarına çıkışının suretlerini görüyorum simalarında. Gözlerinin içi parlıyor, birbirlerini kucaklıyor, “Allah-u Ekber” diye haykırıyor ve birlikte ezanı tekrarlıyorlar. Birlikte okunan ezan hoparlörden Nairobi sokaklarına sızıyor. “Hayyeale’s salah” derken bölgede bulunan kiliselerdeki zangoçlar çanlarını dövmeye başladılar.
Sonra bir diğeri, sonra öteki… Bölgede bulunan farklı tüm Hıristiyan mezheplerine ait kiliseler, çanlarını vurmaya başladılar. Biz de ezanı uzun uzun okuduk. Biz ezan okuduk, çanlar vuruldu…
O gün bugündür, Kikuma Kabilesi ezanı en yüksek sesi ve ruhuna uygun hâliyle tüm şehre dinletmeye devam ediyor.
ÜÇÜNCÜ KITA: AVRUPA
Ve tarih 2015… Bosna-Hersek’in kuzeyinde, Gorajde şehrindeyiz… Savaşın ardından yirmi yıl geçse de büyük müdafaanın mekânı Gorajde’de her yerde savaştan izler var. Sırbistan’a en yakın şehir olan bu önemli İslam beldesi, 90’lı yıllarda yiğit mücahitleri ve muazzam direnişiyle hatıramızda.
Asker ve mühimmat iki taraftaki uçuruma rağmen Sırpların rezil olduğu bu coğrafyanın Müslümanları hâlâ dinamik ve şuurlu!
İslam şehrinin temel öğesi ve taşıyıcısı olan cami ve medreselere öncelikle hücum eden Çetnikler’in bomba ve füzeleriyle yıkılan camilerin yerine milletimizce bölgede çok güzel camiler inşa ve hediye edilmiş. Bölgedeki kardeşlerimizi ziyaret etmek ve ortak yapılacak işleri yerinde istişare etmek amacıyla yaptığımız bu ziyaretin sabahında, sabah namazında bu camilerden birine geçtik. Bölge müftümüz, İstanbul tavında bir ezan okumamızı rica etti. Ben de kabul ettim ve yüksek minaresine çıktım. Minaresinden bu yüce direniş şehrinin savaş günlerini yaşamaya başladım. Yüksek tepelerden fütursuzca bir soykırım gayreti ile atılan bombaların sesini duyuyorum dağlarda konuşlanmış hain şebekesi cellatlar gözümün önünde… Ahalinin gayretini ve mücahedesini görüyorum adeta.
Pek doğal bir halet-i ruhiye ile ezan vakti girdiğinde Sırpların yaşadığı tepeye yönelip İstanbul tavında ezanı okumaya başladım; “Allah-u Ekber, Allah-u Ekber…”
Ezana başlamamla birlikte karanlığı yırtarcasına ve İstanbul tavındaki ezanımı bilircesine, Sırp evlerinin ışıkları birer birer yanmaya başladı. Ezanı bitirirken neredeyse tüm Sırp evlerinin ışıkları açılmış, bazılarında camlara ve balkonlara çıkılmıştı. Osmanlı sesini ve İstanbul tavını bilen Sırp ahali, mesajı çok hızlıca almıştı. Ezan bitti; camiye indim. Hamdolsun, cami her zamankinden daha kalabalık…
İstanbul tavında bir ezan ile ahaliyi muazzam camide toplamayı başarmış, Sırpları tedirgin etmeye muvaffak olmuştu.
O halde bu ezanı ve ruhu ikame etmeyi başarırsak, muazzez bir mukavemet ve inşa imal edilmiş olacak inşallah!