Türkleşmek out…

83

Politikacılar, ideologlar ve her türden inancın demagogları ‘insanlık’tan bahsetmeye bayılırlar. Politikacı, ‘insanlık büyük bir tehlike altında’ diye başlar söze; ideolog, ‘insanlığın kurtuluşu için’ açtığı bayrağın altına çağırır kitleleri; demagog, ‘insanlığın ruhunu kemiren kötülükler’i kendinden geçercesine haykırır durur. ‘İnsanlık’tan bahseden ağız dünyanın her yerindedir ve sözleri, kopya edilerek çoğaltılmış gibi birbirine benzer. Dünyayı yönetenler, birkaç yılda bir Birleşmiş Milletler’de sırf ‘insanlık meseleleri’ni konuşmak için bir araya da gelirler. Bu görüşmeler, kulislerde dünyayı biraz daha mahvetmek için yapılan anlaşmaların bir perdesidir. Ömrünü insanlık üzerine atılan nutukları dinlemekle geçirmiş biri, sahnede konuşmalar yapılırken, otel salonlarında, elçilik binalarında ya da toplantının sürdüğü binanın koridorlarında mevcut sorunları daha da derinleştirecek sözleşmeler imzalandığını bilir. Aslında bin yıllardan beri değişen hiç bir şey yoktur: Pers ya da Roma, gücünün en uzak sınırlarına doğru sefere çıkarken, niyeti başka coğrafyalarda yaşayan halkları kötü bir hükümdardan kurtarmaktır! Kimi zaman böyle bir niyet beyanına da ihtiyaç duyulmaz. Güç, hükümranlığının en geniş haritasının çizmeyi arzular…

Avrupa’da Rönesans’ın zamanla olgunlaşan meyvelerinden biri de hümanizmdi. Ancak hümanizmin bir aydın dini gibi kutsandığı çağlar, sömürgeciliğin de altın çağları oldu. Bir kıtada insan yüceltiliyor ama öteki bütün kıtalarda aynı insan acımasızca sömürülüyor, öldürülüyor, kullanılıyor ya da köleleştiriliyordu. Antik dönemde Yunanlıların beşeri coğrafyaya çizdikleri kaba ve kalın bir çizgi vardı: Kendi coğrafyalarını uygarlığın merkezi olarak görüyor, sınırlarının doğusunda kalan halkları Barbar olarak tarif ediyorlardı. 20. yüzyıl şairi Kavafis’in “Barbarlar gelecek bu gün…” diye başlayan “Barbarları Beklerken” şiiri, kendisinden iki bin yıl önce yaşamış Homeros’tan beri, batının sınır tarifinde pek bir şeyin değişmediğini gösteriyor. Şair bambaşka bir niyetle dizelerini kurmuş olsa da düşmanını uzak atalarının koyduğu isimle çığırmaktan geri durmaz: Barbar. Hümanizm, dünyadaki varlığını göğe bakarak tarif etmekten vaz geçmiş batılı aklın yeni bir yer tarifi gibidir. Bu kendini yeniden tarif, başka dünyaları içine almaz, hatta onun mağduriyetini daha da meşru hale getirir. Henüz ehlileşmemiş olan barbarlar, her türden kötü muameleye açık hale gelirler…

Ne zaman doğu ile batıyı karşılaştırmaya yeltensek, bizden önce yapılmış sayısız tartışmanın dökümünden alamıyoruz kendimizi. Namık Kemal’in ölümünden sonra yayınlanan Renan Müdafaanamesi kurtuluş reçetesinin önemli bir kısmını batıdan alan yarı doğulu bir aydının hem çaresizliğinin hem de gururunun belgesi gibidir. Bu gururlu çaresizlik, İmparatorluğun son döneminde ortaya çıkan İslamcı aydınları bile pozitivizmin kapı komşusu yapacaktır. Osmanlı aydınının kafasını on yıllarca meşgul eden doğu-batı meselesi, artık bizim de yeni bir kimlik tespiti yapmaya mecbur hale geldiğimizi gösteriyordu. Kimliğimizi batılı modele göre ama doğulu gururumuzu da koruyacak bir çerçevede tarif eden Ziya Gökalp’in hem İttihat Terakki’li yıllarda hem de Cumhuriyet’in ilk döneminde gördüğü kabul dikkat çekicidir. Belli ki geleceğin tarihine dâhil olmak için bir başka yol bulunamamış; dönemin fikri karmaşasını en iyi derleyen “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklarında karar kılınmış; Cumhuriyet elitleri, İslamlaşmak meselesini de bir kenara bırakmış, batılı modele teslim olunmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaşadığımız tecrübelerden anlıyoruz ki, aslında tarihe değil, batılı modele teslimiyetimiz karşılığında tarihin kıyısına dahil edilmişiz!

Türkiye’yi yaklaşık yirmi yıldır yöneten aktörler, Ziya Gökalp’in üç kavramından ikisini hayata sokmuş ve ‘İslamlaşmak’ başlığını hem devre dışı bırakmış hem de tehdit olarak görmüş bir siyasi yapının muhalifi olarak ortaya çıktılar. Hatta bu terk ve reddedilmiş umdeyi bayraklaştırmaları, onlara iktidar yolunda büyük kolaylıklar sağladı. Mevcut bürokratik – askeri yapının sert tepkisine rağmen, bahsettiğim umdeye bağlılıklarını gösterebildikleri ölçüde halk da onların arkasında durdu. Ancak içerideki siyasi hesaplaşmalar ve küresel meselelerle geçen yirmi yılın sonunda, bu kez de Ziya Gökalp’in Türkleşmek umdesinin devre dışı bırakıldığı yeni bir hat üzerinde bulduk kendimizi: İslamlaşmak ve muasırlaşmak. Söylemlerin halen Renan Müdafaanamesi’nin etrafında döndüğü, muhayyel bir ümmetçiliğin dönem ideolojisi olarak kullanıldığı bir yirmi yıl. Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadıkları yerlere yönelik kurtuluş çağrılarının, bütün çabalara rağmen bir vatan müdafaasına dönüştürülememiş olması ve İslamcı ‘sivil’ aktörlerin bölgeye kısıtlı ilgileri kafalarda soru işaretleri bıraktı. Ve yüz yıl sonra o büyük soruyla bir kez daha karşı karşıya kaldık. Batının, batı merkezli ‘insanlık’ tarifinin, ulus devlet anlayışının ve Greko-Romen bilincinin karşısına kim olarak çıkıyoruz? Tarihin şu anında mevcut iktidarı ayakta tutan halkı kim olarak tarif ediyoruz?