Türklersiz bir tarih!

Vatan korkusu elbette sadece biz Türklere mahsus değil. Her halk, ülkesi için zaman zaman endişelenir ve ülkesinin başına gelebilecek muhtemel belalar yüzünden korkuya kapılır. Ama biz, hem yurt tuttuğumuz coğrafya hem inşa ettiğimiz tarih hem de Türklük bilincimiz sebebiyle sistemli olarak saldırılara uğradık ve bedeller ödedik. Anadolu’daki varlığımızın ilk üç asrı yerleşme telaşıyla geçti. Bizans’la yapılan savaşlar, Haçlı Seferleri ve Moğol istilası bu yerleşme telaşını trajediye çevirmiş büyük yıkımlardı. Kurulmakta olan ev, henüz eşyası dizilmeden birkaç kez darmadağın oldu. Türklerin sadece maddi dünyası değil, bilinçaltları da fazlaca etkilendi bu “yurt kurma” devri hadiselerinden. Artık geri dönülmeyecek bir yolculuğa çıkmış olan atalarımız adeta bir sırat köprüsünden geçmekteydi. Ya yerleşecekler ya da hepten yok olup gideceklerdi. O Ahi Evranların, Yunusların, o Danişmentlerin, Mengüceklerin, Artukların, Saltukların ve o ilk Selçuklu gazilerinin bizi bir yokluktan kurtarıp yurt sahibi yaptıklarını bugün daha iyi anlayabiliyoruz. Evimizi ilk dizenler şairler, dervişler ve gazilerdi; yani dil, gönül ve kılıç…

Biz Türkler, içi “dil, gönül ve kılıç” tarafından dizilmiş bir evde oturuyoruz. Ama hikâyemizin bir de dünyaya kol kanat germe safhası var. 15. yüzyıldan itibaren bu üç atlı, İstanbul’u kışlak haline getirip batıya ve doğuya doğru yol aldı. Her erguvan mevsiminde yeniçeri atlarını bir huysuzluk basar; kuyrukları düğümlenirken, yeni bir seferin başlayacağını anlar rahatlarlardı. Onların tabiatı da böyleydi işte; uzak ovalara, yamaçlara gitmek. Büyük Osmanlı yüzyıllarında zaman, bir imparatorluğun tebaasına vaat edebileceği pek çok hizmeti yerine getirdiğine tanık oldu. Emeğe ve zanaata saygı, inanca saygı, adalet ve güvenlik mümkün olabilecek en üst düzeyde sağlanmaktaydı. Kendilerinden önceki iki büyük imparatorluk ve birkaç büyük devletle kıyaslandığında, Osmanlı sarayının insan-toplum-siyasi sistem-tabiat ve kâinat arasındaki bütüncül ilişkiye gayet iyi kavradığını görürüz. Elbette tarih karmaşıktır ve yaprakları çevrildiğinde kusursuz bir devre rast gelmek mümkün değildir. Ama emsalleriyle kıyaslandığında Osmanlılar en iyisiydi. Osmanlı barış düzeni en az üç asır boyunca geniş bir coğrafyada uygulandı. Aynı dönemlerde coğrafi keşiflerle başlayan ve gücü topraktan ticarete kaydıran batı düzeni, yani “güncelleştirilmiş Roma” yeniden sahneye çıkmaya başladı. Son üç yüzyılımız, Osmanlı-Türk düzeniyle Yeni Roma düzeni arasındaki çatışmayla geçti. Tenezzül etmeyeceğimiz işlerden kâr ediyor, kullanmayacağımız yöntemleri kullanıyorlardı…

18. yüzyıl bir gidip gelmeler yüzyılıdır. Kâh o büyüklük duygusu gelir üstümüze, kâh bir karamsarlık. Ama hâlâ meydanda bir gücü vardır Türklerin. Sanayi İhtilali, Yeni Roma düzenine olmadık imkânlar, silahlar, coğrafi tahayyüller kazandırır. Hâlâ toprağa dayalı olarak varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu’nun bu demirle tahkim edilmiş, makineyle üretime başlamış, hep yeni pazarlar açan düzene karşı benzer bir modelle cevap vermesi mümkün değildi. Yeni Roma düzeninin gözü ise İstanbul’un üzerindeydi. Onun gücünü kırmadan ve onun koruması altında bulunan yerleri ele geçirmeden hem kendilerini rahat hissedemeyecek hem de arzuladıkları haritayı şekillendirmeleri mümkün olmayacaktı. Bazen ittifakla bazen de tek bir ülkenin girişimini destekleyerek İmparatorluğun Batı sınırına saldırıp durdular. 18. yüzyıldan sonra Osmanlı imparatorluğu her savaşta sınırını bir parça daha geriye çekmek zorunda kaldı. Denge politikaları da bir yere kadar işe yarıyordu. Bu politikaların bir tuhaf tarafı da yandaşlığını umduğu ülkeye de bazı tavizler vermek zorunda kalmasıydı. Batının orduları İstanbul’a yaklaştıkça o kadim korku bir kez daha canlanmaya başladı: Vatanın elden gitme korkusu. Çünkü 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı, nihai düşüncesini artık saklamıyordu bile: “Şark Meselesi”, yani “Türklersiz bir tarih…”

Birinci Cihan Harbi sonunda Batı, “Türklersiz tarih” hayalini gerçekleştirebilecek büyük bir avantaj elde etmiş, hatta “Türk Meselesi”nin ebediyen hallolduğunu vehmetmeye başlamıştı. Mondros ateşkesinin maddeleri Batı’nın niye öyle düşündüğünün kanıtı gibidir. Muhtemelen şu “Türk bilinçaltı”nı hesaba katmamışlardı. Vatan, Türkler için bir varlık yokluk meselesiydi ve işte bir kez daha yok olmakla karşı kaşıya bırakılmışlardı. Analara, evlatları öldüğünde “vatan sağolsun” dedirten o derin korku kırk başlı bir dev gibi canlanmıştı tekrar. İstiklal Harbi, Türklerin bilinçaltıyla Batı’nın arsızlığı arasında yapıldı ve biz Lozan’da bir kez daha varlığımızı tescilledik. Bugün, geçmişin sayfalarını yeniden karıştırma ihtiyacı hissediyor, şu bildik analizleri tekrar gündeme getiriyorsak, sebebi elbette bir tarih merakı değil. Aslında bilgiyle anlaşılacak bir mesele de değil. Şehit düşen oğullarımızın analarına “vatan sağolsun” dedirten sırrı her Türk çocuğu kalben bilir: Bizim için her savaş bir varlık yokluk savaşıdır…