Türklerin tarihi mi, Türkçe’nin tarihi mi?

Üç yıl önce, tarih boyunca Türk ve İran medeniyetleri arasındaki ilişkilerin konuşulacağı bir forum için Tahran’a gittik. Gurubumuzda Teoman Duralı, Beşir Ayvazoğlu, İsmail Kara, Ali Birinci, Sabri Koz gibi isimler vardı. “Sağlam bir çıkarma,” diye geçirmiştim içimden, “sırtımız yere gelmeyecek.” İki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan bir toplantının öncesinde böyle bir düşünceye kapılmış olmam pek çoğunuza yadırgatıcı gelebilir. Ama ben tarih eğitimi almış birisiydim ve İranlıların şu ‘Pers kibri’nden hiç bir koşulda vazgeçmeyeceklerini tahmin edebiliyordum. Öyle de oldu. Toplantı boyunca İranlı konuşmacılar Fars kültürünün Türk tarihinin şekillenmesindeki tesirini incelikli bir şekilde anlatıp durdular. Kültür elçilerimizden hangisinin ‘pembe incili kaftan’ı giyineceğini merak ediyordum; ve o kaftanı nasıl göstereceğini. Karşılıklı bir kaç sunumdan sonra söz sırası Teoman Duralı Hocaya geldi. “Elbette” dedi Teoman Bey, “İran medeniyetinin Türkler üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Bu etki dini hayatımızdan devlet geleneğimize pek çok yerde görülebilir. Ama Türklerin İran medeniyeti üzerinde bir konuda öyle bir tesiri oldu ki aldıklarımızla karşılaştırmak mümkün değil. Hint-Avrupa dil ailesinden olan Farsça, Türkçenin tesiri sebebiyle şekil değiştirmiş, neredeyse sondan eklemeli bir dil haline gelmiştir.” Hoca, ‘pembe incili kaftanı’nı kürsüye bırakıp yerine geçti. Muhataplarını belli belirsiz hırçınlaştıran bu cümlelerle söylemek istediği açıktı: ‘İran bizim medeniyetimizi, biz ise İran’ın zihin işleyişini etkiledik!”

*

Türklerin tarihi şaşkınlık vericidir. Orta Asya’da konargöçerlikle geçinen ve çok geç bir tarihte, o da kâğıda değil taşlara bir kaç yazılı metin nakşedebilen, sade yaşamaya alışmış pek çok Türk boyunun önce Pers coğrafyasında, ardından da her türden uygarlığı yutmakta pek mahir Akdeniz havzasında egemenlik kurmaları, tarihin maddi işleyişi ile öyle kolay açıklanabilecek bir vaka değildir. Benzer pek çok göçer topluluk, dâhil olduğu yerleşik kültür tarafından asimile edilmiş ve onlardan geriye müziklerde birkaç tını, bazı sanat eserlerinde birkaç çizgi kalmıştır. Kuşku yok ki atalarımızın Akdeniz havzasında eriyip gitmemesinde dâhil oldukları dinin önemli bir rolü vardır. Ancak bu durum, kendilerinden önce İslam’ı kabul edin Farisilerin coğrafyasında bir asimilasyona uğramadan nasıl hüküm sürebildiklerini izah etmeye yetmez. Türk hanedanları İran’a yedi yüzyılı aşkın bir süre hâkim olmuşlardır ve halen daha bu ülkenin nüfusunun yarıya yakını Türklerden oluşmaktadır. Öyleyse soruyu bir kez daha tekrar edelim: Türklerin Türk olarak kalmalarını ve bu halleriyle Anadolu’ya gelmelerini sağlayan neydi? Cevap kısa, hoş ve şirincedir: Türkçe. Türkçe, yapısından ötürü konuşanlarına sahip çıkan yeryüzündeki ender dillerden biridir.

*

İyi niyetli bir araştırmacı olan Fransız Türkiyatçı Jean-Paul Roux, ‘Türkler’in Tarihi’nde şöyle der: “Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek tek tanım dilbilimsel olandır. Türk, Türkçe konuşandır.” Başlangıçtan 20. yüzyıla kadar Türklerin serüvenlerine hâkim olan Roux, bu görüşünü desteklemek için önce bize ait kimi özellikleri sıralar: “Türkler dışarıdan evlenme eğilimde oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavme karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama olanağı kalmamıştır.” Fransız Türkiyatçının bu cümlelerle söylemek istediği açıktır. Türkler, özellikle evlilik yoluyla başka halklarla akrabalık kurmuş ve saf ırk özelliklerini kaybetmişlerdir. Ancak halen daha Türk olarak

kalabilmelerini, etkileyici dillerine borçludurlar. Bu dil sayesinde hem yok olup gitmekten kurtulmuş, hem de kendilerinden olmayan toplumların Türkçeye eğiliminden ötürü büyük bir ‘dil halkı’ haline gelmişlerdir. Peki Türkçenin bu çekiciliği, koruyuculuğu ve ayrıcalığı onun hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dilimizi Hint-Avrupa kökenli Fransızca, İngilizce vb. dillerden ayıran nedir? Sözcüğün sarsılmaz bir kök halinin olması ve sondan eklemelerle özünü koruyarak çeşitlenme olanağı suması. Bu yüzden Türkçe teslim olmaz, teslim alır. Bunun için kelimeye küçük bir ekleme yapması yeterlidir.

*

Luis Bazin, Grammaire Turque’de (Türk Dilbilgisi) ‘Türkleştiremediklerimizden misiniz?’ sözcüğünün Fransızca karşılığının ‘Etes – vous de ceux que nous n’avons pas pu Turquiser?’  ‘ev’ sözcüğünün ‘la maison’, ‘evlerin’in ‘les maisons’, ‘evlerim’in ‘mes maisons’, ‘evlerimde’ sözcüğünün Fransızca karşılığının ise ‘dans mes maisons’ olduğunu yazar. Türkçenin, sözcük köklerini koruyarak, sonuna yapılan küçük eklemelerle yeni anlamlar kazanabilmesi, bizi korkusuzca başka kültürlere açık hale getirmekle kalmamış, başka kültürler tarafından asimile edilmemizi de engellemiştir. Batıdan aldığı ‘Radyo’ kelimesine iki harflik bir ekleme yaparak ‘radyocu’yu hemen Türkleştiren bir dilden bahsediyoruz. Öyle görünüyor ki tarihimizi Türklerden çok Türkçeye borçluyuz. ‘Dil bilim’i sökemeyen bir tarihçi, bizi bin yılların ırmaklarında taşıyan salla değil, kürekçilerin pazusuyla ilgileniyor demektir!