Rivayete göre Medine’de Ebu Amir er Rahib adında birisi varmış. Hazreç kabilesinden bir müşrik iken Hıristiyan olmuş. Ehl-i Kitabın ilmini öğrenince kabilesi içerisinde kendine yer edinmiş. Allah’ın Resulü (sav) Medine’ye hicret edince Medine ahalisi doğal olarak onun etrafında toplanmışlar. Bu da sosyal konumunu yitiren Ebu Amir’i öfkelendirmiş. İslam dini giderek güçlenmeye başlayınca Ebu Amir’in öfkesi daha bir artmış. Müslümanlar bir de Bedir savaşında galip gelince Ebu Amir’i öfke nöbetleri sarmış. Düşmanlığını artık açıktan yapmaya koyulmuş hatta Medine’yi terkedip müşriklerin kalesi Mekke’ye sığınmış. Bununla yetinmeyip Mekkeli müşrikleri Allah’ın Resulü (sav)’ne karşı kışkırtmaya kalkışmış. Böylece Mekkeliler kendilerine katılan diğer Araplarla birlikte Müslümanların üzerine yürümüşler. İki taraf Uhud’da karşılaşmış akıbet Allah’a inananların olmuş. İslamın önü alınamaz yükselişi Ebu Amir’i iyice çileden çıkarmış. Bu defa pılı pırtıyı toplamış soluğu Bizans İmparatoru Heraklius’un yanında almış. Hz. Peygamber (sav)’e karşı onun yardımına başvurmuş. Yardım vaadini koparınca oraya yerleşmiş ve Medine’de kendisi gibi düşünenlere mektup yazarak Heraklius’un kendisine vereceği orduyla Medine’ye gireceğini, Allah Resulü’nü Medine’den kovacağını müjdelemiş. Ve kendisi döndüğünde hazır olması için bir mekân inşa etmelerini istemiş. Böylece Ebu Amir taraftarları Kuba Mescidi’nin yanında bir mescid inşa etmeye koyulmuşlar. Hz. Peygamber (sav) Tebuk seferine çıkmadan önce inşaatı bitirmişler ve Efendimiz (sav)’in orada namaz kılmasını talep etmişler. Böylece yaptıkları işin onaylanmasını hedeflemişler. “Ne gerek vardı” sorusuna “yağmurlu gecelerde hastalara ve yol yürüyemeyecek kimselere kolaylık olsun diye” cevabını vermişler. Allah’ın Resulü (sav) namazı Tebuk dönüşüne ertelemiş ve “Şimdi sefere çıkıyoruz. Döndüğümüzde inşallah” diye buyurmuş. Tebuk’tan Medine’ye geri dönerken Cebrail inerek Mescid-i Dırar hakkındaki gerçeği beyan etmiş, takva üzerine kurulan Kuba Mescidi’ne alternatif olarak, Müslümanların içerisinde ikilik ve nifak çıkarma amaçlı inşa edildiğini açıklamış. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) Medine’ye girmeden doğrudan Mescid-i Dırar üzerine yürümüş ve bu nifak yuvasını dümdüz etmiş. Bu kıssayı İbn-i Kesir tefsirinde, İbn-i Hişam siyerinde zikretmiş, konu ile ilgili inen ayetler ise Tevbe Suresi’nde yer almış.
Bu kıssada yeni kurulan İslam devletini, kökü Bizans’ta yani dışarda olan bir güç tarafından yönetilen münafıkların, içerden, bizzat yönetildiği yer olan mescid figürü üzerinden devirme olgusu işlenmektedir. Rabbanî bir çözümle bizzat Allahu Teâla onların niyetlerini açığa çıkarmış ve Müslümanları bu tuzaktan korumuştur. Zira Hz. Peygamber “Kendi ashabını öldürüyor” propagandasına malzeme vermemek için münafıkların iki yüzlü hamlelerine karşı cezalandırıcı bir tutum takınmamış, onlar da ıslah olacak yerde iyice gemi azıya almışlardır. Dırar mescidini inşa ederek Bizans’tan vaat edilen askeri yardım gelinceye dek nifak çıkartıp İslam devletini içten zayıflatma ve işgali kolaylaştırma işlevini üstlenmişlerdir.
Şimdi ise başka bir hikâyeyi nakledeceğiz. Pavlus ve Hıristiyanlığın hikâyesini. Hikâyemiz çok eskilere, İsa Peygamber zamanlarına gidiyor. O vakitler sonradan Pavlus adıyla şöhret bulacak Şaul diye birisi varmış. Yahudi inancındaki Şaul, Hz. İsa’nın ve getirdiği dinin şiddetli bir düşmanı imiş. Derken ani bir dönüş yaparak Hıristiyan olmuş. İddiasına göre Rab İsa bizzat rüyasına girerek ondan Hıristiyan olmasını istemiş. Hıristiyanlığa adımını atar atmaz mevcut ilkelere uymak yerine tanrı olarak ilan ettiği İsa’dan doğrudan emir aldığı iddiasıyla dini içerden çökertme plânını faaliyete sokmuş. Fakat gerçek inananları aldatamayacağını iyi bildiği için daveti için putperest toplulukları hedef edinmiş. Ve böylece İsa Hıristiyanlığı yerine Pavlus Hıristiyanlığını yaymaya başlamış. Pavlus’un yeni öğretisi, insanı ilahlaştıran bütün dinlere kucak açarak putçuluğu esas alıyormuş. Daha sonra Konstantin tarafından toplanan konsülde iş resmiyete dökülecek ve İsa Peygamber Allah’ın oğlu olarak kabul görecekmiş. Putperest kökenli Pavlus öğretisi gerçek dini tahrif etmeyi başaracakmış.
Gelelim Türkiye’ye…
Dünyanın dikkate değer, geniş coğrafyalarında yüzyıllar boyu egemenlik kurmuş bir ülke düşünün, elinden toprakları türlü komplolar ile alınmış, ahalisi susturulmuş, yıllarca içinde sakladığı gerçek potansiyeli bir anda ortaya çıkmış ve komploculara tek tek hesap sormaya kalkmış.
Bu ülke Türkiye’dir. Türkiye, bugün diğer devletler üzerinde egemenlik kurup bir yandan onları sömürürken diğer yandan onların gelişmemesi, zayıf kalması için ellerinden geleni yapanların korkulu rüyası olmuştur. Yeryüzünün ve halkların kaderine egemen olma iddiasındaki büyük devletler, Türkiye’ye karşı korkuyla karışık bir kin duygusu beslemektedir. Darbeleri ve vesayetin her türünü geride bırakmış, kendinden emin bir şekilde dev adımlarla ilerleyen, vatandaşlarının özgürlük ve demokrasi ortamında mutlu mesut yaşam sürmesini sağlayan Türkiye gerçeği birilerini fazlasıyla rahatsız etmiştir.
Türkiye iki yönden tehdit unsuru olarak görülmüştür.
1. Türkiye büyümekte, gelişmektedir. Zayıf devletlere tecrübe aktarmakta, onlarla ittifaklar kurmaktadır. Bu, sömüren güçler için kabul edilemez bir durumdur. Bu güçler Türkiye’nin gösterdiği gelişmeden son derece rahatsızdır.
2. Türkiye, Ortadoğu, Asya ve dünyanın diğer bölgelerindeki mustazaf toplumlar için ümit kaynağıdır. Türkiye örneği, onlara başarmak için azim ve güç vermektedir. Sömüren güçler, mustazaf toplumlara örnek olan, ümit olan Türkiye’yi ortadan kaldırmadıkça eski düzenlerinin devam edemeyeceğinin bilinci içerisindedir.
Türkiye, halkıyla birlikte susturulan, boyun eğdirilen bir ülkenin ayağa kalkış destanıdır. Bu destan, bugün aynı durumdaki her ülke, her toplum için “umutsuzluk yok, çözüm her zaman var” demektir. Bu zaviyeden bakıldığında Türkiye üzerine oynanan oyunları anlamak kolaylaşıyor. Paralel yapının da tarih boyunca aynı hikâyenin tekrarı olduğuna şüphe yok. Hepimizin malumu, büyüme istidadı gösteren bir devletin büyük devletler tarafından önünün kesilmesi hikâyesidir bu.
Geçmişte Medine İslam Devleti de büyüme istidadı gösteriyordu. Allah’tan başkasına boyun eğmeyen vatandaşları başkalarına boyun eğecek, geri adım atacak karakterde değildi. İşte bu nedenle “dıştan yıkamıyorsan içten yık” prensibine başvurdular. Cami figürünü, ibadet figürünü kullanarak, Allah’ın adını anarak Allah’ın Resulü’nü, Allah’ın dinini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir yapı kurdular.
Bu bağlamda paralel yapının özellikleri:
1. Haşa, peygambermiş gibi Allah ile doğrudan görüştüğü iddiasında bulunan birisinin varlığı. Dolayısıyla bu kişinin emirleri, sözleri ve fiilleri asla sorgulanamaz.
2. Asıl dinin gerçeklerini tahrif ederek yeni bir din anlayışı ihdas etme. “Başörtüsü füruattır, askeriyede namaz kılmasan da olur” gibi saçma sapan fetvalar buna örneklik teşkil eder.
3. Batıya şirin görünme uğruna Allah’ın emirlerini geri planda bırakmak veya tamamen görmezden gelmek.
4. Ülkesi dışına çıkarak yabancı güçlerin yardımıyla iç işlerine müdahale etmek, ülkesini zayıf düşürmeye çalışmak.
5. Din kisvesi altında hem kolayca taraftar toplamak hem kendi siyasetini kamufle etmek.
Türkiye’deki paralel yapı hikâyesi, Mescid-i Dırar ve Pavlus hikâyelerinin bu anlamda bir tekrarıdır. Son tahlilde paralel yapı, halkına güven ve mutluluk veren, özgürlük veren bir devlete ancak düşmanların kuracağı bir tuzağı kurmanın adıdır.