Bir ‘öğrenci evleri’ güzellemesine, Devlet Su İşleri binasının duvarlarına bakan o bodrum katı hatırlamadan nasıl başlayabilirim ki: Soğuk Erzurum kışlarını kalın yorganlar ve çift battaniyelerle geçirdiğimiz bir oda bir salon küçük daireden bahsediyorum. Görünüşte üç kişi için kiraladığımız ama neredeyse her akşam atmosferinde onlarca tiryakinin nefesinin yüzdüğü büyülü konaktan. Büyük umutların küçücük çitlere takılıp yara aldığı ince ruhluların yurdundan. Sayısız çeviri kitabın, şiir dizelerinin, başka başka memleketlerden taşınıp gelmiş yerel sözcüklerin, hırçınlıkların ve kahkahaların çarpıp durduğu boyası dökülmüş duvarlardan. Bir örgüt süsü verilmiş sözde gizli toplantılardan, haki kabanlardan, derisi soyulmuş botlardan. Kapı biraz sert çalınınca yüzlere yayılan kuşkudan, yüreğe oturan korkudan, kendine bir kol değneği arayan cılız cesaretten. Defalarca demlenen çaylardan ve defalarca kurulan sofralardan. Bir yabancı misafir ağırlanırken duyulan casus tedirginliğinden. Baharı da yutan kışın, yaz başında istemeye istemeye odaları terk edişinden, gökyüzünü yarım yamalak gören üç penceredeki yayla mavisinden. Bir edebiyat heveslisinin bazı geceler çekildiği sayfalardan, mesela George Perec’ten; mesela Perec’in ‘Şeyler’inden; mesela Şeyler’in kahramanları Jerome’la Sylvie’dan…
Ve işte yıllar sonra şu ‘gencecik Türkiye sorusu’nu yeniden soruyorum kendime: Nedir bir öğrenci evi? Zamanla pek çok farklı apartmanda yaşadığımız, sıcak ve konforlu odalarda oturduğumuz, pek rahat yataklarda uyuduğumuz halde, neden kimi vakitler ansızın bir öğrenci evini çekiyor canımız? O evlerin şimdiki sakini olan gençlerle konuşurken içimizi kaplayan tuhaf isteğin, kalkıp peşlerinden gitme arzusunun sebebi ne? Söyleyeyim. Çünkü iyi bir öğrenci evi Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzer. Onda bizi kendine bağlayan ebedi bir dağınıklık vardır. Bu dağınıklık her seferinde yıkıma uğrayan bir umudun, asla ulaşılamayacak ideal bir sevgilinin, bitip tükenmeyen borçların, şeytanın gülüp geçeceği planların ve kafa karışıklığının hiç değişmeyen ev sahibidir. Yıllar sonra fark ederiz ki, bizi daha büyük yıkımlardan, daha büyük borçlardan, kârlı planların öldürücülüğünden ve karışınca mekanik bir saat gibi ayarlanan ‘zemberek kafa’dan koruyan o dağınıklıkmış. Kendimizi toplamaya başladığımızda, aslında kendimizi dağıtmaya başladığımızı da fark ederiz. Bu yüzden, dönmek istediğimiz yalnızca bir öğrenci evi değil, bir acemilik çağının güzelliğidir. İyi şiir hep oradadır…
Bir öğrenci evi ne kadar Ahmet Hamdi’ye benziyorsa, bir öğrenci evinde kalanlar da çoğunlukla İsmet Özel şiirine benzerler. Hayat onlar için henüz soğuk bir malzeme değildir; nabızlarına çarpmadan geçen bir tek gün yok gibidir; olup bitenlerle aralarına mesafe koyup, onu bir hikâyeci edasıyla anlatma becerileri gelişmemiştir; sinirlenince gerçekten sinirlenirler ve her meseleye etleriyle, kanlarıyla dâhil olurlar. Bu çağlarda ‘medeniyet’in değil ‘kültür’ün ahalisidirler çünkü. Muhafazakâr yaşlıların durup dinlenmeden anlattığı eski imparatorlukların bir öğrenci evine misafir olması, o evde erken bir yıkımın başladığını gösteren en sağlam işarettir. Kurnaz bürokratların, tüccarların, küçük taşra memurlarının ve siyasetçilerin çoğu böyle evlerden ‘çıkma’dır. Oradan çıkmış ve hiçbir inceliğe takılmadan yollarına devam etmişlerdir. Öyle görünüyor ki, nasıl bir öğrenci evinde kaldığımız, gelecekte nasıl bir kafayla yaşayacağımızın da ilk işaretlerinden biridir. Ama en küçük bir dağınıklığın bile göze çarpmadığı öğrenci evlerinden bahsetmedim daha! Gençlerin kusursuz bir hakikat işçisi haline getirildiği bu evlere şiir hiç uğramaz. Ne kötü bir huyu var! Şiirin uğramadığı yere hakikat de uğramaz…
İşte üç paragraf boyunca dilimin altında sakladığım baklayı çıkarıyorum: Türkiye ‘dağınık’ bir öğrenci evidir. Dünyayı kurgusal bir romana çeviren büyük yazıcıların karşısına her an akıl almaz bir şiirle çıkmasının, tuhaf bir cesaretle ‘planlanmış tarih’i hiçe saymasının, ‘dışarıdaki düzene’ öyle kolayca ayak uydurmamasının, kalbini bir yanardağ gibi taşıyıp durmasının sebebi şu dağınık öğrenci evinden başka ne olsun ki? Hep bir ev düzeni kurmak isteyen dişiler gibi, hep bir ev düzeni kurmak isteyen uygarlıklar da nihayetinde erkeksi olan şu dağınıklığa bir son vermeyi, onun ruhunu teslim almayı arzularlar. Yıllar önce bir söyleşi için karşısına oturduğum ve İstanbul’un halini şikâyet edip durduğum Turgut Cansever, gülümseyerek ‘hayat’ demişti, ‘İstanbul’da hayat var; şu bir ucu açıkta bırakılmış demirlerde, şu evlenen her oğul için çıkılan yeni katlarda hayat var.’ Bütün o çarşılarımız, bütün o pazarlarımız, bütün o şekilden şekile giren şehirlerimiz ve bir öğrenci evinin dağınıklığına benzeyen her yerimizle, dünyanın acemileri olmaya devam ediyoruz. Evet, dağınıklığımız Ahmet Hamdi Tanpınar’a benziyor, hep bir yıkımın kıyısında dolaşıp duruyoruz. Ama ansızın bir İsmet Özel şiiri gibi patlayıp, bütün uzuvlarımızla dünyaya meydan okuyan da biziz. Milletimiz de öğrenci evlerindeki çocukları gibi pek tekin değil!..
Not: Gerçek Hayat’ın yakıştığı en güzel mekânlardan biri öğrenci evleriydi. Yeni döneminde bu evleri tekrar ziyaret etmesini dilerim…