Türk toplumunda sosyal değişimi 1492’de Osmanlı ülkesine göçen likit sermayeleri yüksek burjuvalarla başlatmak mümkündür. Batı’nın hammadde ihtiyacını Osmanlı üreticisinden karşılamada aracılık yapan bu zümrenin fiyat kontrolü ve kâr marjları, tımarlı sipahiyi ayakta tutan kanaat ekonomisine dayalı yapıyı çözmüştür.
Maaşsız bir ordu olan tımarlı sipahinin yerine ulûfeli (maaşlı) yeniçeri ordusu ikame edilmiştir. Vezir Lütfi Paşa (1488-1563), Âsâfnâme’de “Asker az gerek, öz gerek. Her yıl on beş bin askere maaş yetiştirmek pehlivanlıktır” demiştir.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı ocağın ilgası (1826) esnasındaki mevcudu “yüz bin olması muhtemeldir” ifadesiyle belirtir. İktisadî yapıdaki oynama, sosyal değişimi kaçınılmaz kılmaktadır.
Burjuva göçü dışında, Osmanlı toplumunda anlamlandırması ilk bakışta güç etkenler değişimi zorlamıştır. Bu etkenleri üç başlıkta ele almak mümkündür:
TARİHSEL KAPİTALİZM VE FRANSIZ İHTİLALİ
Tarihsel kapitalizm Wallerstein’a göre on beşinci asır sonlarında (1492) Avrupa’da doğmuştur. Kapitalizmin gelişmesi, Roma Kilisesi’nin statükosunu tartışmaya açmış, Avrupa’da din savaşları ortaya çıkmıştır.
1648 Westphalia Antlaşması ile Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan kopmak isteyen monarklar “egemen devlet”leri adına Kilise açarak uyruklarının dinini belirleme imtiyazı kazanmıştır.
1789 Burjuva İhtilali, Avrupa ülkelerinde yöneticinin sınırlandırılmasını sağlayan yeni hukuk-haklar tasavvuru getirmiş, “ulus devlet” oluşumuna zemin hazırlamıştır. İhtilal, feodaliteyi yıkarak, kilise ile soyluların meclis-senato, mahkemeler, bürokrasi üzerindeki kontrol gücünü kaldırmıştır.
Osmanlı, 1838’de İngiliz Ticaret Antlaşması imzalandıktan hemen sonra devletin kuruluş esaslarını yeniden belirleyen ve “vatandaşlık” statüsü getiren Tanzimat Fermanı’nı (1839) ilan etmek zorunda kalmıştır.
OSMANLI YÖNETİMİNİN ISLAHATLARI VE BORÇLANMALAR
Osmanlı’nın yenilgi krizleri sonunda imzaladığı Karlofça (1699), Pasarofça (1718) ve Küçük Kaynarca (1774) Anlaşmaları sosyal değişimin ikinci etkenidir.
1789’da tahta çıkan III. Selim’in 1794’te yaptığı ıslahatta kurduğu askerî birliklere verdiği Nizâm- Cedit (Yeni Düzen) adı, değişim arayışının fikr-i sabite dönüştüğünü gösterir. Yöneticiler yenilgilerin ordu içindeki yozlaşmalardan kaynaklandığı kanaatiyle 1826’da Yeniçeri ordusunu lağvetmiştir.
Fransa’nın Mısır’ı işgali (1798-1801), Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1805’te Mısır valisi olduktan sonra modern ordusuyla Kütahya’ya kadar gelmesi, Osmanlı yönetiminin ıslahat programını kaçınılmaz kılmıştır. Askerî nitelikteki ıslahatların toplumsal dokuya da etki ettiği, yani yöneticilerin öngöremediği neticeler verdiği söylenebilecektir.
Örneğin Yeniçeri Ocağının lağvedilmesiyle ordu millete yabancılaşmıştır. Islahatlar (yeni ordu teşkili ve müesseseler) devlet borçlanmasına ve borçlar da kapitalizmin Osmanlı mülkünde imtiyaz elde etmesine yol açmıştır.
AYDIN HAREKETLERİ
Üçüncü değişim etkeni devletin kadro ihtiyacını Batılı eğitim kurumlarından karşılamasıyla ilişkilidir. Devlet, modern eğitim usulleri takip eden okullar açarak bürokratik kadrosunu yenilemiştir.
Şerif Mardin, Osmanlı aydınlarının “insan-birey” temelinde toplum oluşturmayı hedeflediklerini ve bu kapsamdaki kavramları 19. asır başından itibaren kullandıklarını belirtmektedir. Gerçekten de aydınların “Bir ülkede yaşayan insanların bütünü o ülkenin vatandaşıdır” şeklindeki yaklaşımları örneğin Namık Kemal’in “Osmanlı vatandaşlığı” kavramı üretmesine sebebiyet vermiştir. Batılı devletlerle rekabet etmek için yetiştirilen aydın-bürokratlar Osmanlı siyasal sistemini “eşit vatandaşlık” kuramıyla çözecek muhalif harekete dönüşmüştür.
Osmanlı son dönem aydınlarının tamamı farklı vurgularla da olsa Batılılaşma (modernleşme) sürecini hayata geçirme fikrinden kendini yalıtamamıştır. Aydınlara göre artık “eski hal muhal”dir. Ziya Gökalp, Osmanlı’nın “medeniyet değiştirmesi” gerektiğini savunmuş, Türk toplumunun feminist değerler üzerinden ve milli (kavmî) kültüre dönerek yeniden tanımlanmasını istemiştir.
İçtihad Mecmuası çevresindeki Garbçılar medeniyet değiştirmeyi yeterli görmemiş, “ethic değişimi” de önererek Batı’nın “burjuva tipi”nin Osmanlı’da “ideal tip” olmasını önermiştir. İslâmcıların da Batı’nın teknolojik yapısını ve modern epistemolojiyi (Batı bilimini) aktarmayı önerdiği görülmektedir.
CUMHURİYET DÖNEMİ SOSYAL DEĞİŞİM
Tepeden Aşağı Değişimler (1924-1950): Osmanlı, 1918’de Mondros Mütarekesi sonrası işgal edilmiştir. Türkiye’nin asker/bürokrat/aydın/eşraftan oluşan kadroları 1918-1923 arasında toplumsal değişimin miktarı ve metodu hakkındaki tartışmaları askıya alarak İstiklâl Savaşı vermiştir.
Osmanlı zamanında başlayan ıslahat programları 1923’ten sonraki süreçte tekrar gündeme gelmiş ve doğrudan halk katmanlarının dinî/içtimaî/geleneksel hayatını belirleyecek zecrî tedbirlerle yürütülmüştür. Kadına dair politikaların modernleşmenin aracı olarak kullanılarak “devlet ailesi” inşa etmeye çalışıldığı ifade edilebilecektir.
1926’da Medeni Kanun’un kabulü, 1930’larda eşit yurttaşlık ve çalışma haklarına dair düzenlemeler, 1937’de laiklik ilkesine dair düzenlemeler modernleşmenin sert ve zecrî politik uygulamalarıdır. 1929 Dünya Büyük Bunalımı ve ardından gelen II. Dünya Harbi, köylülüğün desteklenmesini zarurî kılarak modernleşme hızını düşürmüştür.
AŞAĞIDAN YUKARI DEĞİŞİMLER (1950-?)
II. Dünya Harbi sonrasında tarımda makineleşme küçük köylülüğün tasfiye edilmesi sürecini belirlemiştir. Kente göç modernleşme aparatı olarak kullanılmıştır. Türkiye 1950-1980 arası dönemde gecekondulaşmaya, 1980-2000 arası dönemde apartmanlaşmaya, 2000 sonrası dönemde çok katlı/güvenlik siteli metropolleşmeye yönelmiştir.
1950 sonrası sosyal dönüşümün bariz özelliği, köylü nüfusun eğitim/sağlık/iş/kent rantı gibi sebeplerle geleneksel hayat biçiminden koparılması, yani tarım/hayvancılık/zanaatkârlık üzerinde bina edilen sosyo-ekonomik yapının küresel kapitalizm lehine bozulmasıdır. Bu dönemdeki değişim tedrici ve “kendiliğinden modernleşme” şeklinde ortaya çıkmıştır.
Geleneksel hayatın her alanını dönüştüren bu süreçte Müslümanların sıla-i rahim, karz-ı hasen, komşuluk, helâl rızk, misafir ağırlama, ana-babaya hürmet gibi değerleri kaybettikleri söylenebilir.
1990’lara kadar veresiye çalışan esnafların kapitalizm karşısında direnemeyip piyasadan koptukları görülmektedir. Bu dönemde eğitim yaşı aşağıya çekilerek ebeveyn-çocuk ilişkisi kırılmıştır.
Kent yaşamının pahalılaşması aile fertlerinin hepsinin çalışmasını zorlamaya başlamıştır. Küresel norm koyucu örgütlerin (AB, BM) imzaya açtığı sözleşmeler, ülke mevzuatlarını belirlemekte ve sosyal yapıda hasarlar oluşturmaktadır.