Öyle zannediyorum ki 2017’nin “Türk Dili Yılı” ilan edildiğinden pek çok insanın haberi yok. Haberi olanlar da Ankara’da, Resmi Gazete yoluyla ilan edilen pek çok yıl gibi bunu da bir ‘devlet işi’ olarak gördü. Haberlere göre 15 Mart’ta yapılan bir toplantıda, ‘Dilimiz Kimliğimizdir’ başlığıyla 2017 senesinin ‘Türk Dili Yılı’ ilan edilmesine karar veriliyor. Ardından da prosedür gereği, Başbakanlık Genelgesi olarak Resmi Gazete’de yayınlanıyor. Böyle bir yıla neden ihtiyaç duyulduğu şu cümlelerle ifade edilmiş: “Türkçemizi korumak, yaşatmak, zenginleştirmek ve gelecek nesillere güçlü bir şekilde aktarmak, bugünümüzü ve yarınımızı yeni bir bilinç hamlesiyle inşa etmek hem kamu kurum ve kuruluşlarının hem de bütün toplum kesimlerinin ortak görevidir.” Genelgede basın, yayın ve teknoloji yoluyla Türkçeye pek çok yabancı kelimenin girdiği, kelimelerimizin imlasına bile sirayet eden bir yabancılaşmayla karşı karşıya bulunduğumuz vurgulanıyor ve “2017 yılının Türk Dil Yılı olarak ilan edilmesi, Türkçenin yerinde, doğru, kurallarına uygun, açık, anlaşılır ve temiz bir şekilde kullanılmasına büyük katkı sağlayacak olup bu konudaki toplumsal bilincin, özenin ve duyarlılığın artmasına hizmet edecektir” deniliyor.
Bir “Türk Dili Yılı”na ihtiyacımız var mı yok mu? Bu gerçekten de tartışılması gereken bir soru. Çünkü gün olarak kutlanabilecek ama yıl olarak kutlanması doğası gereği kekre kaçan kavramlar var; “annemiz yılı”, “babamız yılı” ya da “ülkemiz yılı” gibi. Dil de böyledir; o da belli sezonlarda öne çıkarılarak kutlanacak bir mahiyette değil. Ama o ki devletimiz uygun gördü ve bu yıl kutlanacak, şimdilik bu bahsi hiç uzatmayalım. Ve o ki yine devletimiz böyle bir yılı uygun gördü, biz de uygun görülen üzerinden yürüyelim. Mesele şu: Türk Dili Yılı, 2017 senesinin Mart ayının 15’inde birdenbire, bir masada konuşulurken akla gelmiş ve ilan edilmiş intibaı veriyor. Eğer böyleyse, yılın ilk çeyreği bittiği için, hazırlık yapmak ve bazı projeleri hayata geçirmekle görevli kurumların aceleyle bir şeyler devşirmesi kaçınılmaz hale gelecek. Dil, aceleciliği sevmez. “Yılın” amacına ulaşması için öncü olarak görevlendirilen Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve bağlı kuruluşu Türk Dil Kurumu muhtemelen yılın ikinci çeyreğinde can havliyle bazı hazırlıklar yapacak, kalan iki çeyreğinde de bu hazırlıklar hayata geçirilmeye çalışılacak. Kısa bir film de hazırlanmış yılla ilgili. Orhun Kitabelerinden başlayarak Türkçenin ve Türkçeye hizmet edenlerin anlatıldığı, bildik bir hikâye.
Dil hem annemiz hem de çocuğumuz gibidir. Annemiz gibidir, çünkü biz sözcükler tarafından büyütülür, onlarla dünyayı kavrar, onlarla gurbete çıkar, onlarla göğe açılır, onlarla yeryüzünü dolaşırız. Bütün acılarımız ve sevinçlerimiz dil denen beşiğin içinde yaşanır. Bu ömürlük bir beşiktir. Ondan düşünce, dünyadan da düşmüş oluruz. Ama dil bazen de korumaya aldığımız çocuğumuz olur; hayalperest devrimciler, zayıf bir dönemimizde günlük hayatımıza sokulan başka kültürler ya da yerel ağızlarımız dilin ayarını bir miktar bozar. Böyle zamanlarda “dil bilinci” önemlidir. Ve fakat bir de hayatın olağan akışı var; zaman değişir, gençlik değişir, eğilimler değişir, hülasa dünya sadece burada değil her yerde eskilerin hiç de hazzetmeyeceği bir çabuklukla gömlek değiştirir. Bu değişiklikler hep yeni bir dile, yeni sözcüklere hatta sözcükleri eğip bükmeye muhtaçtır. Beşiktaş-Üsküdar arasında çalışan motorlardan birinde, bir akşam karşıya geçerken, gençlerin dille oynadıkları o tatlı oyuna tanık olursunuz mesela: “Ya” derken sözcük uzar “yaaaaaaaaa” olur; “olmaz” derken sözcük uzar “olmaaaaaaazz” olur; “böyle” derken de sözcük “bööööyle” uzar ve sonunda kötü bir “şey” olmaz. Hatta insan onları dinlerken kimi zaman, dili rahat bırakmak gerektiğini bile düşünmeden edemez…
O ki 2017 yılı “Türk Dili Yılı” olarak kutlanacak, çorbada birazcık tuzumuz bulunsun: Bir kriz düzeyinde olmasa bile Türkçenin yeni sıkıntısı batılı sözcüklerin istilası değil, “abartılı bir şekilde” muhafazakârlaşmasıdır. Bunun biraz da zamanın ruhu gereği olduğunu biliyoruz. Ama zamanın ruhu dili muhafazakârlaştırıyorsa, yani dil geçmişe dönük işlemeye başlıyorsa, zihin de geçmişe dönük işlemeye başlar. Geçmişte çok mezarlıklar, olup bitmiş harpler, övünülecek hikâyeler vardır. Bu masalsılık bizi bir müddet avutur da. Ama öyle bir an gelir ki birden geleceğin duvarına çarparız. Dil buna hazır olmadığı için, bu çarpmaya bir süre mana veremez. Sonra 150 yıldır tecrübe ettiğimiz bildik düzen yeniden hükmünü yürütür ve geleceğe yetişmek için başkalarının dilini alıp kullanmaya mecbur hale geliriz. Aslında gelecek, geleceğe bir dil hazırlığıdır; dil geçmişe, akıl geleceğe doğru işlemez. Hülasa: Dili “zamanın ruhu” gereği doğuya, batıya ya da ileriye doğru zorlamak ne kadar sıkıntılıysa, geriye doğru zorlamak da o kadar sıkıntılıdır. Ve bir hatırlatma, sular ve diller sonunda mutlaka yataklarına geri dönerler. Yeter ki kuruyup gitmesinler.