Tuhaf bir yalnızlık

Adam, büyük ideallerin herkesi sarhoş ettiği günlerde sabahları evinden bitkinlikle çıkıp akşam yine bitkinlikle dönüyor. Bu artık onun için bir ritüel. Büyük bir makine harekete geçince o da harekete geçiyor: Gün doğuyor ve gün doğduğunda uyanmak gerektiği için uyanıyor; uyanıp işe gidildiğinden işe gidiyor, işini muntazaman yapıyor, yemek saatinde yemeğini yiyor, iş çıkışı hep aynı yoldan geriye dönüyor. Yol boyunca aklından geçen ne varsa, hepsini de hevessizlikle mühürleyip hafızanın raflarına yerleştiriyor. Yürürken çevresine bakıyor ama bu bakışlar her şeyi tozlandıran bir beyhudeliğin işaretlerini görüyor sadece. Yüzler yıpranmış, el kol hareketleri yıpranmış, çantalar yıpranmış, yürüyüşler yıpranmış, konuşmalar yıpranmış. Geçmişte birkaç kez baharı beklemiş, onun içine biraz canlılık katacağını düşünmüş ve fakat bahar da adamın yükünü hafifletmeye hiç yanaşmamış. Adam, içindeki topraktan artık yeni bir filiz çıkmayacağına kanaat getirdiği için, kendisini bütünüyle beyhudeliğin kollarına bırakmış. Aslında bu onun hem hayattan öç alma hem de hayatta kalma yöntemiymiş. Günleri cansızlaştırmazsa, canından olma ihtimali varmış. Can, çıkmadan biraz önce, her zamankinden daha tatlıymış…

Adam akşamları evine dönmeden evvel, bir süreliğine dışarıda oturmayı da adet haline getirmiş; çoğunlukla aynı mekânda ve bazı istisnaları saymazsak bir başına. Orada bir başına oturuyor, akıllı telefonunun ekranıyla oynuyor ve rehberi baştan sona gözden geçiriyor. A’dan z’ye kadar bütün kayıtlı numaraları, acaba arayabilir miyim diye tetkik ediyor. Büyük çoğunluğunu hızlıca geçiyor zaten; arada bir bir ismin üzerinde uzun uzun düşündüğü oluyor. Ama bazen gururu yüzünden, bazen rahatsız etmemek için, bazen de arasa da ne konuşacağını bilemediğinden, durakladığı numaradan bir başka numaraya gidiyor. Telefonundaki kayıtlar bittiğinde, onun da kalkma vakti gelmiş oluyor genellikle. Hem otururken hem de kalkarken, garsonun kendisine neden böyle saygılı davrandığını, böyle ehemmiyet verdiğini bir türlü çözemiyor. Çözebilir belki, ama bunu düşünmek bile ağır geliyor adama. Sadece arada bir çay getirirken ya da bardakları alırken teşekkür ediyor garsona. Ve ne tuhaf; kimi zaman kalkarken, arkasında bırakacağı boşluğa takılıyor aklı. Biraz önce burada oturmuş olanın, artık ebediyen kaybolmuş o anlarına. Sonunda, bir süreliğine ferahlık verecek bir çıkarımda bulunuyor: Zaman neşeyi de yalnızlığı da aynı ağızdan yutuyor…

İçinde bazı ülkelerden kalmış silik fotoğraflar da var adamın; bu ülkelere hangi hevesle gitti, o heves şimdi nereye gitti. Colmar’da Türklere ait bir döner büfesinin önünde oturduğu günler geliyor aklına; şair Hölderlin’in şehrinde akşamüstü verilen bir kahve molası, İsviçre sınırında esmer turistleri sorguya çeken polisler, Strazburg’da Fransız garson kızın işveli gülüşleri, Stuttgart’ta park cezası, Bakü’de Hazar kıyısında yürüyüş. Ama işte seyahat faslı da kapanmış, bütün gezmeler bitmiş, dışarıdakinin olmasa da içerideki dünyanın sonuna gelinmiş. En son, işte şu her gün yürüdüğü güzergâha perçinlenmiş. Bazen, bir başka dünyanın mümkün olduğunu söyleyen insanları duyuyor. Onlarca, yüzlerce kez içinde çalkalanıp duruyor sözcükler: Bir başka dünya, bir başka dünya, bir başka dünya. Bir an bitkinliğine de beyhudeliğine de kafa tutup şu “bir başka dünya”yı içindeki dünyalardan biriyle eşleştirmeye çalışıyor. Büyük bir hevesle söylenilen o bir başka dünyayı tanıyan bir tek dünya çıkmıyor içinden. Ölü kentler, terk edilmiş savaş meydanlarının o büyük ıssızlığı, arsız yenilikler, sonunda mutlaka kaybedilen yarışlar, hiçbiri tanımıyor onu. Adam da tanımıyor; sesi bir yıkımın içinden geçirerek sahibine geri gönderiyor…

Adam on yıldır akşamın geç bir vaktinden gece yarısına kadar, bir masanın başında hiçbir şey yapmadan otuyor. Geçmişte bazı kitaplar okumuş bu masada, satırlar çizmiş, çıkarımlarda bulunmuş, sentezler yapmış. Eğitilmiş olmanın bedellerini ödemiş kendince. O günlerden bazı kararsızlıklar kalmış aklında. Bir rençper diye düşünüyormuş mesela, hayatında bir tek kitap bile okumamış bir rençper, bir kundura tamircisi ya da bir gece bekçisi pek çok konuda nasıl muntazam karar verebiliyor. Acaba çok mu abartıyoruz kitapları? Ama artık böyle sorular da sormuyor. Yıllar aklını akrep, kalbini yelkovan yapmış; uzuvlarını zamanın duvarına çivilemiş. Kalkılması gerektiği için kalkıyor, yenilmesi gerektiği için besleniyor, konuşması gerektiği için bir şeyler söylüyor ve bütün bunları yeni baştan tekrar edebilmek için uyuyup dinleniyor. Bu büyük çöle bir günde gelmedi elbette; bütün dişler bir günde sökülmedi. Belki de bu yüzden nihai çöle vardığını kimse göremedi. İşte bir akşamüzeri daha, telefonundaki rehberi karıştırırken kendi kendine söyleniyor adam: Dünya bende iflas etti, bu da bir zaferdir…