Geçtiğimiz hafta Gerçek Hayat’ta dosya konusu olarak ele alınan “toplumsal cinsiyet”, feminizmin yerleştirdiği bir kavramsallaştırma. Toplumsal beklentilere göre kadınlığımızı ve erkekliğimizi oluştururken acaba “kendiliğimiz” nereye kadar saflığını koruyor? Bu soruyu elbette şöyle bir soru takip eder: Saf bir kendilik mümkün mü?
“Kadın yoktur” demişti Lacan. Şaşırtıcı bir söz sarf etmek için mi söylemişti bu sözü? İkinci Cins’in ikinci cildine “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diye başlamıştı Simone de Beauvoir de… Verili kadınlığın doğuştan, özden gelmeyip insanlık-medeniyet tarihinin oluşturduğu ve tanımladığı bir olgu olduğunu söylüyordu. Lacan da aynı şekilde “kadın yoktur” derken kadının erkeklerin geliştirdiği dilin bir kurgusu, dolayısıyla bir semptomu, o anlamda ise namevcut olduğunu söylemeye getiriyordu.“Mankind” (insanlık) erkek üzerinden konuşulduğuna göre kadın yoktur.”
Devletler, ideolojiler, toplumsallık inşalarıyla kadın ve erkeği kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirirler. İktidar kişileri değişir ama biçimlendirme sürer. Kadınlık ve erkeklik her ideolojinin yaptığı gibi küreselleşme sürecinde egemen hale gelen “marjinal” kültürler tarafından da yeniden tanımlanıp biçimlendiriliyor. İnsanlık tarihinin birikmiş hurafeleri veya dayatmaları gözüyle bakılan kural, kabul ve değerlerin dışında, zahiren kişisel seçimlere dayalı yeni bir kadınlık veya erkekliğin, dahası kadınlıklar ve erkekliklerin kendini açığa vuracağı söylemler ve ortamlar oluş/turuluyor. Antony Giddens Mahremiyetin Dönüşümü’nde “Üreme zorunluluğundan kopmuş plastik cinsellik”ten söz etmişti. Kadınlığı, anneliği, babalığı, eşliği, çift ilişkisini bilinen aile modelin dışında tarif etme yönelimi, popüler kültür içinde büyük bir destek buluyor.
Toplumsallığa ve hayata aile zaviyesinden bakan Müslümanlar için cinselliğin kamusallaşmasını getiren dönüşüm zorlu sorularla dolu. Mahremiyet ölçülerimiz ve yargılarımız bir kumanda tıklamasıyla odalara giren plastik cinsellik karşısında nasıl bir perde oluşturabilir? Film ve dizi gösterim ağlarının hemen hepsinde eşcinsellik ifadeler, imgeler, sahneler var. Herhalde bunun ilk sebebi sinema alanında eşcinsel bireylerin yoğun ve etkili faaliyeti. Eşcinsel sanatçılar her zaman vardı sinemada ve edebiyatta, ancak sınır ötesi ağlarda metinlerinin ve imgelerinin görünürlüğü arttı. Bu artışı sadece bir komplo olarak görmek olguyu bütün gerçekliğiyle fark etmeyi engelliyor. Giderek genişleyen film okyanusundan söz etmiştim iki hafta önceki yazımda. Çorbaya ne atılmışsa o kaşığınıza çıkıyor. Benzeri ağları geliştirecek bir birikim için kimler elini taşın altına sokuyor? Beri taraftan, niye Kur’an’da geçen bakış eğitimini sağlayamıyoruz? Böyle bir eğitim temelde ailede veriliyor. Dini dünya görüşünün terbiyesi aileye yaslanır, ütopyalarınki ise komünlere; Aliya hatırlatmıştı. Dünya başını almış gidiyor olabilir. Biz Müslümanlar kendi varlığımızı sağlamlaştırmak için neler yapmaktayız?
Bakışları koruma yönünde tavsiyenin eğitimi hangi kavramlarla yapılır, bu eğitimle birlikte nasıl bir görsel kültür oluşturulur, gündelik hayat alışkanlıklarımız içinde bir yer edinen kameranın zorunlu kıldığı mahremiyetle ilgili yeni bir muaşerete ne ölçüde saygı gösteriyoruz… Yüz yıl kadar önce şeyhülislam konumunda bulunan âlimlerimiz fotoğraf makinesi karşısında mahremiyet değerlerinin ve kadınların hicabının tehlike altında olduğunu bir panik diliyle ifade etmişlerdi. Korunma, o icat ve onunla gelen kültür hiç yokmuş gibi davranmakla gerçekleşmiyor ancak.
Sürekli imtihanda olmanın anlamı da nedir ki zaten? Kültür ve siyaset ancak “başka türlü”nün arayışını üstlendiği ölçüde ümit uyandırabilir.
Paniğe kapılmak yerine, başka türlü bir sinema ağı ve başka türlü bir kamusal muaşeret üzerine düşünmek gerekmiyor mu? Müslüman sinemacılar benzeri ağlar karşısında başka türlü bir sunum ağına başvurma imkânından niye yoksun olduklarını düşünmeli. Sinemada da başka iktidar alanlarında olduğu gibi kimse hâkimiyetini kolay kolay terk etmiyor.
Sinema örneğini, sorunu panik hissiyle konuşmanın bir yararı olmadığını anlatmak için verdim. Biz hep bir şeylere yakalanıyoruz iki yüz yıldan bu yana, kervanı yolda düzene sokma alışkanlığından bağımsız düşünülemeyecek bir şekilde.
Toplumsal cinsiyet tanımları konusunda sorunlar var, elbette, ama bu sorunlar her zaman vardı. Tanımadan uzak gerçekleşen her türlü tanımlama bir sınırlama içerir. Biz kendimizi ne kadar doğru tanıyor, tanımlıyoruz acaba? Kadınlarımızın ve erkeklerimizin cins olarak saygın ve muteber kabul edilmek için maruz kaldıkları toplumsal dayatmalar üzerine ne kadar düşünüyoruz? En yalın hâliyle bir kız çocuğunu fiziksel açıdan beğenilmeye, bir erkek çocuğunu ise güçlü bir konuma sahip olmaya zorlayan yarışçı söylemler ve ortamlar üzerine ne kadar düşünüyoruz ve bu düşünceleri kendi hayatımıza hangi ölçüde yediriyoruz… Bir erkek neden eşini “Sen de kadın mısın?” diye hor görür, bir kadın hangi sebeplerle “Sen de erkek misin?” diye aşağılar hayat arkadaşını? Feministler sosyal cinsiyeti konuşmaya başladığında Müslüman dünya modernist Batı kültürü karşısında birikmiş çeşitli sorunlarını dağınık bir şekilde ele alıyor, ancak kadın meselelerini konuşmayı önemli bulmuyordu. Modern dünyada her şey değişirken kadın kendi kendine, sebat ve sabrın yanı sıra düşselliği, gizemi de temsil eden yönleriyle değişmemeyi başarmalıydı.
Dalgalı, karmaşık yazılı ve görsel kültürün yayılma hızı karşısında esaslı bir cevabın ilk ihtiyaç duyduğu şey örtbas değil dürüstük. Geriye kalan değil, cevap olarak düşünülen de değil, kendi yaşantımızın düğüm noktaları ve sahnelerinin en uygun bir dille ifadesi her alanda fedakârca, cesur ve içtenlikli çalışmalar istiyor.