Erkek ve kadının nikâhlı beraberliği aile düzeninin temelidir.
Batıda kadın feodal düzende de sanayi toplumunda da istismar edildi. İffeti temsil eden Meryem’in oğlu İsa’ya adanan Kilise ailenin çöküşüne ve kadının sefaletine ses çıkarmıyordu.
Feminist teori birey kimliklerini idealleştiren toplum felsefesi olarak “İnsan Hakları” teorisinin bir alt disiplini olarak düşünülmeli. Liberal feminist mücadele, kadının oy kullanma, seçilme, çalışma, eşit ücret gibi haklarını aradı. Ama bir sonuç alamadı.
İkinci Dalga Feminizmin Ortaya Çıkışı, Evliliğin Çöküşü ve Toplumsal Cinsiyet:
İkinci Dalga feministler ataerkilliğin çekirdek ailede kurumsallaştığını, erkeklerin karar mekanizmalarında yer alarak gayr-ı menkullerin büyük yüzdesine sahip olduklarını, aklı, gücü, mülkiyeti, kariyeri temsil eden meslekleri ele geçirdiklerini gösterdi.
Kadınların baba, koca, patronlarca sömürüldüğünü ve şiddete maruz kaldıklarını, eğlence / aşk, güzellik, ev işi, moda, yemek gibi konularla özdeşleştirildiklerini, erkeklere göre ikincilleştirildiğini belirtti. Beauvoir, 1960’lı yılların gençliği içinde kadın hareketine “Kadın doğulmaz, kadın olunur” ifadesiyle yeni bir yön verdi.
Kavram böyle ortaya çıktı: insanların fıtrî olarak sahip oldukları cinsiyete ‘biyolojik cinsiyet’ (sex), sonradan iradî seçmeyle kazanılan cinsiyete (gender) ‘toplumsal cinsiyet’ adı verildi.
Aile kurumunun ve kadının rolünün eleştirilmesi serbest cinsel ilişkileri “normalleştirdi.” İngiltere’de 2008 yılında evlilik dışı beraberliklerin sayısı 2,3 milyona düzeyine geldi.
TCE kavramı etrafında düşünen feministler batıda şu iddiaları dile getirdiler:
1Duygusal ve zayıf olduğu söylenen kadınların içinde de güçlü, yönetici, para kazanmada mahir kişilikler vardır.
2“Erkek işi” ya da “kadın işi” şeklinde kodlanan işler her toplumda birbirinden farklıdır. İnsanları “insan” saymak, cinsiyet kimlikleriyle tanımlamamak gerekir.
3Herkes her tür mevkiye, kabiliyeti oranında her mesleğe talip olabilmelidir. Kadın rahip olabilir.
4Dinî metinler dâhil her tür yazılı-sözlü metinden eril dil ayıklanmalıdır.
Böylece feminizm, din, gelenek, iktidar, aile, erkek eleştirisine dönüştü. Kadının erilleştirilmesi, erkeğin ise kadınsılaştırılması teklif ediliyordu.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
ABD’de 1990’lardan sonra ortaya çıkan yeni bir yaklaşım önceki feminizmlerin kadın-erkek ilişkisine dayanan heteroseksizmini reddetti ve cinsel yakınlaşmanın gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel, panseksüel, travesti, poliseksüel, interseksüel kişiler arasında da bulunabileceğini söyledi. Cinsiyet kategorilerini çoğaltan ve kadın-erkek gibi ayrımları reddeden son dönem feminizm, artık cinsiyete başkaldıran bir akım.
Batıda feminist fikirler uluslararası sözleşmelerle küresel norm düzeni haline getirildi. İstanbul Sözleşmesi, toplumsal cinsiyeti bu anlamda tanımlayan ilk uluslararası belge oldu.
İstanbul Sözleşmesi’nde “Toplumsal cinsiyet”, madde 3/c’de “Herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır” şeklinde tanımlandı. Maddeye göre cinsiyet rollerinin kaynağında fıtrat/yaratılış bulunmamaktadır.
11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi.
Türkiye, Sözleşme’yi 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaladı, 14 Mart 2012
tarihinde ise onayladı. Sözleşme’yi onayla-madan önce 8 Mart 2012 tarihinde Sözleşme ile uyumlu 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u çıkardı.
CİNSEL YÖNELİM
İstanbul Sözleşmesi madde 4/3’de şiddete karşı korumanın (cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği dâhil) hiçbir ayrıma yer vermeksizin herkese sağlanması gerektiği ifade edildi ve LGBT bireyler de korunma hakkı kazandı.
Sözleşmenin madde 12/1 düzenlemesinde “kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin, kalıp uygulamaların değiştirilmesine yönelik tedbirlerin alınması” taraf ülkelerin görevi sayıldı.
Sözleşmenin madde 12/5 düzenlemesiyle “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya ‘namus’ gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir” hükmü getirildi.
Türkiye, imzaladığı bu Sözleşme’ye uyumlu olarak 6284 sayılı yasa ile ev içi şiddete eğilimli kişiler hakkında tedbir kararı alınmasını sağlayan düzenlemeleri yapmıştı.
6284 SAYILI YASA
İstanbul Sözleşmesi’ni dayanak alan 6284 sayılı yasa madde 2-1/a ile Ev İçi Şiddet kavramını kabullenerek aynı evde yaşayan veya aynı aileye mensup olan kişiler arasında şiddete tedbir getirdi.
Madde 2-1/g hükmünde Şiddet Uygulayan kavramına yer verdi. “Şiddet olarak tanımlanan tutum ve davranışları uygulayan veya uygulama tehlikesi bulunan kişiler” ifadesiyle, şiddet uygulamasa bile şiddet potansiyeli taşıyan kişiler hakkında tedbir kararı verilebilmesi sağlandı.
Madde 8-1/3 hükmünde “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz” düzenlemesiyle kadının beyanının esas alınacağı ve potansiyel şiddetin gerçek olup olmadığının yargılama konusu yapılmayacağı kabul edildi.
Böylece kadın kocası hakkında fiziksel şiddet dışında psikolojik şiddet ve cinsel şiddet (evlilik içi tecavüz) konusunda sadece beyanla tedbir kararı aldırmak hususunda silahlandırıldı.
Medeni Kanun’un boşanma, mal rejimi, nafaka ve velayete ilişkin hükümleri de kadın lehine düzenlendiğinden erkeğin-kocanın 6284 sayılı yasayla köşeye sıkıştırıldığı söylenebilecektir.
Batı, İnsan Hakları=eşitlik diye başladığı dejenerasyon programını Kadın Hakları=TCE ile devam ettirdi ve bugün Cinsel Yönelim Eşitliği (CYE) noktasına geldi. TCE düzenlemeleri, her tür cinsel yönelimin meşrulaştırılmasına kapı açıyor.
Zinadan kaçınan nikâhlı birliktelikleri tasfiyeyi amaçlayan TCE teorisinden batıda kadın ve eşcinsel din adamları çıkıyor. Cinsiyetsizleşme, namus-nomosu kaybetmiş yeni bir ırkın peşindedir.