‘MIT Technology Rewiew’ adlı kaynak 26 Nisan 2019 tarihinde medyaya servis ettiği haberde Çin’in Şiamen Üniversitesi uzmanlarının bor madeninden ‘borofen’ adında bir malzeme geliştirdiğini duyurdu. Bordan yapılan bu malzemenin, bilgisayarlardan pillere, transistörlerden dokunmatik ekranlara kadar birçok kullanım alanı bulunduğu ifade ediliyor.
Türkiye dünya bor rezervlerinin yüzde 73’üne sahip ve ülkemizde bordan yıllardır deterjan üretiliyor.
Bu örnek Türkiye’nin ekonomik olarak ablukaya alınmasının sadece küresel kapitalist sistemin sömürgeleştirme faaliyeti olmadığını gösterir.
Malik Bin Nebi (1905-1973) “sömürge edilebilirlik” (colonisabilité, el-kabiliye li’l-isti’mar sömürülebilirlik) kavramını kullanmaktaydı. Tamer Yıldırım bir makalesinde “sömürülebilirlik” kavramının psikolojik bir duygu olduğunu, bu duygunun yayılmasının halkı sömürgeciliğe karşı mücadele yapamaz hâle getirdiğini, diğer yandan sömürgeciliğin misyonunu kolayca gerçekleştirmesini sağladığını belirtir (Tamer Yıldırım, Malik Bin Nebi’de Sömürülebilirlik Olgusu, Milel ve Nihal Dergisi, C: 8, S: 2, 2011: 36).
Malik Bin Nebi, ‘İslâm Dâvâsı’ adlı eserinde (s.91-92) göre sömürülen ülkelerdeki halk “sömürülmeye hazır olduğu” için sömürgecinin faaliyetini beslemektedir. Merhum bir kitabında “Sömürgeciliğin etkisinden kurtulmak için öncelikle onun nedeninden, ‘sömürülme kabiliyeti’nden kurtulmamız gerekir” der.
Malik Bin Nebi’nin ‘Çağdaş Temel Konular’ adlı eserinde (s.21) geliştirdiği bu söyleme göre “Sömürge edilebilir oldukları için 400 milyon Hintliyi sömürgeleştiren İngiltere, işgal edilmiş fakat kendini savunan İrlanda’yı sömürgeleştirememiştir.” Diğer ifadeyle “sömürge edilebilir durumda iseniz, sömürgeleştirilirsiniz.”
Meseleyi kültür kavramıyla ele alan Malik Bin Nebi, (s.54) Almanya’nın 1945’ten sonra bütün imkânlarından mahrum kaldığını, özellikle siyasî hâkimiyetini yitirdiğini, “hayat enerjisi”nden ve “kültür”ünden başka bir şeye sahip olmadığını belirtir. Almanya kültürüne dönerek kıstırılmışlığını aşmıştır.
Almanya 2. Dünya Savaşı sırasında tamamen yıkılmıştı. Bu anlamda savaş mağlubu Almanya’nın savaşa girmemiş olan ülkemizle kıyaslaması yapılabilecektir.
Türkiye’nin yüzölçümü Almanya’nın 2 katı ve nüfusu Almanya nüfusuyla aynı olmasına rağmen ülkemizin aydınları ekonomik ablukayı yaracak bir kent / ekonomi / eğitim ufku oluşturamamıştır.
Oysa gerek Türkiye’de ve gerekse yıkılmış Almanya’da ekonomik hamleler ve imar çalışmaları 1950’de başlamıştır.
Almanya nüfusunu bütün ülke sathına dağıtarak yerleştirmek kararı alarak eğitim ve sanayileşme programını belirlemiştir.
Türkiye ise özellikle Demokrat Parti uygulamalarıyla kır nüfusu kentlere göçe zorlamış, 1980’lerden itibaren de varoşlarda biriken gecekonduların yıkılarak apartmanlaşmasını politika olarak benimsemiştir. 1980 sonrası apartmanlaşma, milletimizi yurt sathına yayarak yerleştirme fırsatını kaybetmekle neticelenmiştir. Bu politika “ekin/tohum ve nesilde bozulma” (Bakara 205) olarak değerlendirilmelidir.
Dünya kapitalist sistem Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından (25 Aralık 1991) küresel ölçekte yeryüzünün iktidarını elde etmiştir. Bütün dünyada kentleşme süreçlerinin hızlanması da bu tarihten sonraki dönemde görülmektedir.
Nitekim “Küresel kent” (Global City) kavramı ilk kez Anthony King’in 1990’da yayımlanan “Global Cities” adlı kitabında kullanılmıştır.
Saskia Sassen, 1991’de yayımladığı “The Global City: New York, Londra, Tokyo” adlı kitabında “küresel kent” kavramını şirket merkezlerinin belli kentlerde toplanması ve küresel sermeyenin önemli hizmetleri için yoğunlaşma alanı olarak görülmesi anlamında kullanmıştır. Sassen endüstrinin en üst düzeyindeki kontrol ve yönetiminin Londra, New York ve Tokyo’daki finans-kapitalin eline geçtiğini belirtir.
Türk milletinin ekonomik abluka altına alınması, sürdürdüğü kentleşme süreci nedeniyle ekin ve neslin yitirilmesiyle ilişkilidir.