Beni bir kere gören utangaç, çekingen biri olmadığımı anlar. Hatta çoğu tanıdık beni fazlasıyla rahat görür. Madem, bu köşede sizinle dertleşiyorum sevgili okurlar, size bir sırrımı ifşa edeyim: başkasının yaptıklarından acayip utanıyorum. Az değil, yani, patolojik derecede. Hem de tanıdığım, gıyaben tanıdığım veya hiç tanımadığım insanların yaptıklarından. Hah, rastgele her şey için utanmam, öyle olsa, maazallah, kendimi iyi bir psikiyatriste baktırırdım. Fakat utandığım davranışların sayısı oldukça fazla. Bir yerde soykırım veya katliam işlendiğinde, terör saldırısı olduğunda insanlık adına insanın utanması doğal geliyor. Bendeki utanç sebepleri daha fazla. Bir de özellikle kutlu ve kutsal bulduğum, takdir ettiğim, sevdiğim tescilli marka isimleri altında yapılan pisliklerden utanıyorum. Mesela dersiniz, örnek ver. Peki, birini değil, birkaçını vereyim. Açıklayayım: Tescilli marka adı altında şu konzümeristlerin putlarını kastetmiyorum, holding moldinglerin reklam kampanyalarından, avukatlarına, vergi dairelerine ve siyasi lobilere kadar koruma güçleri var. Hayır, bunlarla uğraşmam. Benim için tescilli marka manevi değerlerdir. Benim derdim pek çok kimsenin koruma altına almadığı, kar amacı gütmeyen unsurlar tescilli markalardır. Din, vatan, onur, insan hakları, kültür ve sanat. İşte, bunlara rezalet veren davranışlardan utanıyorum. Utanmak da az, yer yarılsa da yerin içine girsem derecesinde utanıyorum. Mesela, dinime kimseye dokundurmam. Hem de ilk olarak vatanıma, Bosna Hersek’e, ondan hemen sonra Türkiye’ye, Türk kültürüne karşı sevgim herkesçe bilinen bir şey.
Şimdi bir örnek verelim: Müslüman kimliği ağır basan (veya bu kimliğini var sesiyle ve sakalıyla vurgulayan) elli veya atmışlarında olan dul bir ağabey, temsilci olduğu devlet kurumunda asistan olarak çalıştırdığı yirmili yaşlarında bir kıza asılmasından utanıyorum. Ne adamı tanıyorum, ne de kızı, hiç biri ile aram yok ama sırf utançtan uyku gözüme girmiyor. Yani, genellikle iş yerlerinde böyle şeyler oluyor, okullarda da, kınayıp ondan yüzümü çeviriyorum. Bana dokunmuyor. Fakat bu vurgulu Müslüman kimliği ile yapılırsa, utançtan içim sızıyor. Bir de bekâr olanın gayr-ı meşru ilişkisinin zina sayılmadığına ait fetvasından da utanıyorum. Gizli imam nikâhıyla birlikte gezip tozduktan, yaşadıktan sonra mehirsiz, kuralsız, onur kırıcı bir şekilde, birbirlerine her türlü çamur atan çiftlerin yaptıklarından utanıyorum. Veya orta yaşında evli barklı bir kardeşimiz cami çıkışında, eşi ile artık anlaşamama bahanesiyle bekâr bir kız kardeşimizle ilişkiye girmeye çalıştığında. Hani imam nikâhı sözüyle, fakat evlatlarının annesinin gönlünü kırmamak için bu nikâhın gizli kalması şartıyla. Ohaaa! Adam iyilik örneği, karıncayı ezmez ya… Bir de ben eleştiriyorum, üzülüyorum, ondan utanıyorum.
Geçenlerde genç bir bayan arkadaşım çevremizde gördüğü, İslamiyet ve ahlak örneği bildiğim, kendisinin de gıyaben saydığım özellikleriyle tanıdığı falancayı bir kulüpte kafayı çekmiş vaziyette sıra ile kızlara asıldığını, kızlar arasında maskara olduğunu anlatıyor. Yine utandım. Kulüpte bulunmasından, kafayı çekmesinden de, evli iken kızlara asılmasından da rahatsız olmadım, utanmadım doğrusu. Ondan önce belirleyici özelliği olarak millet içine giden İslami kimlik efsanesinden utandım. Veya birini Aynı şekilde, parasına ya da siyasi gücüne güvenerek araba ile yaya bölgesine girenin, yolun ortasında arabasını durdurup markete uğrayanın veya otoparkta iki park yeri kapan jip sahibinin böyle İslami bir kimliği varsa, toplumda bilgisi, soyu veya malı mülkü sebebiyle itibar sahibi ise, utanıyorum. Hayta, soysuz, görgüsüz biri olunca, eleştirisel bir bakıştan sonra rahat nefes alıp geçiyorum. İslam ilkeleri çerçevesinde adalet ve dürüstlüğüyle bilinen birinin rüşvet alıp verdiğini duyduğumda da utanıyorum. Genel kural bu, iş dünyasında rüşvetin, yani yüzdenin verilmesi doğal. Ben sana ihale, sen bana ihalenin yüzde beşini. Ben iş dünyasındaki başkalarına bakmam, rüşveti de, paraları da, ihaleleri de onların olsun, fakat İslami kimliği ile bilinen birinin buna benzer davranışından utanıyorum. Kızıyorum. Canımı acıtıyor bu. Akademide, bizim camiadan birinin makalesi kopya çıkınca veya saçmalarsa, utançtan ölüyorum. İş dünyasında dinine bağlı bildiğim biri karşısındakini kandırırsa, yine utanıyorum. Herhangi bir tarafla aram yok, alakam yok, yine de acı çeken benim! Yahu, bu muhafazakâr kesimin, ilim veya asalet sahiplerinin zaaflara hakkı olmaya, günaha girmeye, bedevi olmaya hak vermeyecek kadar toleranssız mıyım? Böyle camiamızdan biri halt yemişse, utançtan benim midem tahammül etmiyor, başkasına aynı halt üstüne afiyet olsun deyip geçerim. Hele de benzer olaylar Türkiye-Bosna hattında cereyan ediyorsa, o zaman tamamıyla kendimi suçlu buluyorum. Sanki herkes bana: “Senin savunduğun, sevdiğin, koruduğun böyle böyle yapmış” deyip yüzüme tükürecek.
Hayır, millet benim de o kefeden olmadığımı bilir. Nerden bilecek, bu kişileri davranışlarıyla, ahlaklarıyla birlikte sen övdün, yazdın, çizdin, medyalara çıktın, bizim diye eller üstünde taşıdın, şimdi elleri yağda yakalandılar, sen de sırtını çevirdin. Demek onlardan daha kötüsün. Olsun, zaten hakkımda kimin ne düşüneceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Peki, neden utanıyorsun? Benden de, senden de, ondan da üstün ilkeleri lekelediği için. Kendimi savunurum, savunmasam da ne olacak. İlkeler, kutsal ilkeler, kulis olarak kullandığımız ilkeler saçmalıklarımızın yanında savunmasız. Mağazalarımızın vitrinlerinde dekor ve içerik. Geçen herkesin görebileceği, tanıyacağı tescilli marka. Leke kondurmadığım, kimseye dokundurmadığım marka. İlke.
Yoksa peşin olarak utançla yaşamaya katlanıp rahatlasam?