Terörün mekanlarına karşı dilin imkanları

Katliamla sonuçlanan her terör olayı daha önce de benzer sahneleri yaşamamışız gibi sarsıyor bünyemizi ve nihayet bir yeni başlangıç isteği uyandırıyor. Kimileri kişisel çözüm arayışına düşüyor, şehri veya ülkeyi terk etmekten söz ediyor. Terörle birlikte yaşamak, teröre teslim olmak değil. Bu ülkede haysiyetli bir şekilde yaşamak isteyenlerin oluşturduğu yeni bir “Biz” öznesi oluşuyor aslında. Ömer Halisdemir, Safiye Bayat, Fethi Sekin misali asalet örnekleri, toplumsal benliğimizde kapitalizmin ve darbelerin oluşturduğu kirli tıkanma noktalarını açan bir etki uyandırıyor.

Konuşmak, anlatmak, yeniden düşünüp sorular sormak istiyoruz; terörizm yeni bir hamleyle gündemi karartıyor. Masum veya suçlu aramıyor, tersine, olağan hayatlarımızı karabasana çevirmeyi amaçlıyor.

Modern hayat, kamusallığın sahip olduğu pay sebebiyle bir hayli saldırıya açık zaten. Zygmunt Bauman’ın* dediği gibi, mahremiyet kamusal alanı istila etti, fethetti hatta sömürgeleştirdi. Şehir sathında gezinirken ekranların getirdiği bir tür özgürlük algısı terör yüzünden yerini yetersizlik hissine bırakıyor.

1970’lerde şehrin kalabalıkları benzeri bir endişe uyandırırdı ailelerde. Cep telefonu yoktu tabii. Gecikmek, terörle ilgili bir endişeye sebep olurdu evlerde. En fazla ne söylenebilirdi: Kalabalığa girmeyin, meydanlarda çok dolaşmayın, kafeteryalarda oyalanmayın…

Kardeşin kardeşe düşman edilmek istendiği yıllardan pek az şey öğrenmişiz gibi bugünlere geldik. Kendi zaman ve mekanımız konusundaki bilincimizi sakatlayan bir tüketime alıştırılma dönemi yaşadık. Yeni teknolojilerin tüketimi üzerinden nahif düşürülmüş genç kuşaklar değil yalnızca, orta yaşlarda olanlar da birkaç saatlik elektrik kesintisinde zamanı ve mekanı anlamlandırmakta zorlanmanın paniğini sergiliyorlar. Bu tüketime bağlı hayat tarzı içinde halis niyet ve istikametini korumuş ne varsa, işte onunla direnmeyi sürdürebileceğiz. Kuşkusuz direniş, unutmayı değil hatırlamayı tercihi, yalanı değil gerçeği bilmeyi gerektirir. O yüzden de kendimize ve birbirimize yapıcı bir dille insafı, merhameti, adaleti, kardeşlik yollarını mümkün kılan helal ve haramın farkını hatırlatmalıyız.

Sürekli operasyonlara tabi bir ülke burası. Bizim bir kamusal alan ve kamusal dil fukaralığımız var zaten. Siyasi dilden etkilenen, bu dili etkileyen bir fukaralık Cumhuriyet paradigmasının yaslandığı “eksik halk” olgusuna dayanıyor. Bu paradigma, toplumun önemli bir kesimini kendi hayat tarzını korumak adına kamusal hayattan uzak yaşamaya mecbur etti. Mütedeyyinler, değerlerini ve hayat tarzlarını korumak adına açık alan korkusuna (agorafobiye) zorlandıkları baskılara maruz kaldılar. Yıllarımız bu agorafobinin sebep olduğu zaaflara çare aramakla geçti; mesela dilimizi bize biçilen sınırlı kelimelerden kurtarmaya çalıştık.

Halkı eksik tarifle gelen toplumsal gerilimi dondurmanın bir yöntemi gibiydi darbeler. Kültür ekemeyen şiddet biçer. 1990’ların faili meçhul cinayetlerini açıklamak için, Diyarbakır Cezaevi işkencelerinin ektiği umutsuzluğa dönmek gerekiyor. Hapishanenin ardından ölüm tarlaları ve asit kuyuları, kardeşlik iddiamıza ilişkin her sebebi ortadan kaldırma hedefinin adımlarıydı. Daha sonra rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “çoktan sürülmüş tarlalar”ı söz konusu etti.

Fiziki mekanlarla sınırlı olmayan bileşenleri var terörün. Çok kolaylıkla manipule ediliyor zihinlerimiz. Terörün nihai mekanı, hiçbir yerde kendini güvende hissetmeyen insanların kaçışmalarının izlerini yansıtan bir sahne. Mekanlarla ilgili alınacak tedbirler içe kapanmaya yol açar ki bu varsayımda distopik bir topluma özgü sahneleri getiriyor akla.

İstanbul veya Ankara’nın belli semtlerindeki mülteci nüfusu hedef gösterecek bir içerikte dolaşıma sokulan medya dili, terörün amaçladığı tuzağa düşmek demek. Reina katliamcısı Uygur muymuş, Zeytinburnu’nda mı kalmış? Bir de “Orta Asya tipli” şeklinde yayılan çok sorunlu, ırkçı bir tarif var. Saldırganın katliamdan sonra Zeytinburnu’na gittiği taksinin parasını ödemesine yardım eden bir lokantadan söz edildi. Lokanta sahibi kendini savunmak zorunda kaldı. Bu şekilde zan altında bırakılmanın son derece kolaylaştığı dönemlerde herkes kullandığı kelimelere daha çok dikkat etmeli.

Terörü cesaretlendiren şartlara karşı hukuku ve adaleti, dolayısıyla barışı güçlendiren çözümler üretebilmek tek şansımız. İçinde bulunduğumuz dönemde KHK’lara zorunluluk anlaşılabilir. Ancak darbeciler ve teröre destek verenler bir yana, KHK’yla meslekten men edilenler arasında ihbarcı kininin kurbanlarının varlığı büyük vebal olur. Meslekten atılma hem kişi hem de ailesi için son derece sıkıntılı bir dönemin başlangıcı demek. Bir müddet sonra belki meslekten men edilen kişi aklanabilir. Bu konuda kılı kırk yaran bir yaklaşım sergilenmediği takdirde, acısı geleceğe uzanan mağduriyetlerle malul olacağız.

Ardımızda toptancı ya da intikamcı  yargılamalara dair bir yığın örnek var. Hukuki yaklaşımların güçlendirilmesi ve bununla gelen adalet güveni, terörün yaygınlaşmasını, dahası baş edilmezliği hissini önleyecektir.

Gündemimizin başlıkları kardeşliğe inancımızı, barış ve adalet özlemlerimizi yansıtabilmeli. Geçmişte yaşadığımız agorafobik dönem, birçok problemimizin kaynağıydı. Bunun zahiri başarı söylemleri adına tekrarlanması hayrımıza olacak değil.

Daha fazla açık olmalıyız iyilerin dayanışmasını sağlayacak ortamlara ve bu ortamları dayanıklı kılacak eleştirilere.

*Geçtiğimiz hafta vefat etti Zygmunt Baumann (1925, Poznan) çağının tanığı olma duyarlığına sahip bir düşünürdü. Ölmeden kısa bir süre önce mülteci düşmanlığının sebeplerini yaşlı Avrupa’nın yüzüne vurdu: “Onların varlıklarını görmezden gelemeyiz. Onlar, tüm korkularımızı sembolize ediyorlar, korkularımız onlarda vücut buluyor. Daha dün ülkelerinde kuvvetli ve mutlu insanlardı. Tıpkı bugün bizim olduğumuz gibi. Ama bakın bugün ne oldu onlara. Evsizler. En temel varoluş koşullarına dahi sahip değiller.”