Temmuz devrimi

15 Temmuz’un üzerinden bir yıl geçti. Ve bu bir yıl boyunca 15 Temmuz’da yaşadığımız ihaneti konuşmadığımız tek bir gün bile olmadı. Çünkü biz Türkler muhayyilemizin almayacağı, uzun tarihimizde bir benzerine rastlamadığımız bir gece yaşadık. O gece başımıza gelen musibetin perdelerini halen aralayabilmiş değiliz; arkasındaki güçlerin listesini tam olarak çıkaramıyoruz mesela, amaçlarını çözmekte güçlük çekiyoruz. Acaba plan neydi? Bir yıldır bunu düşünüyor, bunu konuşuyor, bunu tartışıyoruz. Amacımız sadece yaşadığımız felaketi aydınlatmak da değil. Şu sorunun da cevabını arıyorduk: Acaba planı bozabildik mi? Yoksa bize o geceyi yaşatanlar, hedeflerine varmak için şimdi başka yöntemler mi deniyor? Açıkçası planı bütünüyle aydınlatamadığımız gibi bu soruya da tatminkâr bir cevap bulabilmiş değiliz. Yine de milletimizin hainleri karanlığa gömdüğü gecenin sabahında, dünyanın olan bitene ilgisi ve meseleyi ele alma biçimi 15 Temmuz’u analiz edebilmemiz için elimize pek çok ipucu tutuşturdu. Amerika ve Almanya başta olmak üzere NATO ülkelerinin tavrı, Türkiye’nin, içeride yuvalanmış bir takım güçler aracılığıyla teslim alınmaya çalışıldığına işaret ediyordu. Türkler teslim olmadılar ve plan en azından şimdilik akamete uğradı…

Büyük milletimiz 15 Temmuz’u planlayan ülkelere de niyetlerine de hiç yabancı değil. Onlar hakkında yaklaşık 150 yıllık bir müktesebatı var çünkü. Milletimizin o gece bütün varlığıyla vatan savunmasına koşmasının ve bedenini siper etmesinin asıl sebebi, zaten düşmanı olduğunu bildiği güçlerin bu kez planlarını uygulamak için “içeriden” birilerini devreye sokmasıydı. Bu “içlerinden birilerinin ihaneti” karşısında bir aşağılanma hissetmeyen tek bir Türk bile yoktu. Bu topraklarda büyümüş, bu toprakların ekmeğini yemiş, bu ülkenin imkânlarıyla cesamet kazanmış bir topluluk “kara yüzünü” göstermiş, aldığı görevi yerine getirmek için harekete geçmişti. Memleketin, on yıllar boyunca suret-i haktan gözükerek her yere yuvalanmış bir şebeke aracılığıyla bir istilaya maruz kaldığı hemen anlaşıldı. Ordumuz o güne kadar milletle arasına mesafeler koymuş, zaman zaman darbeler yapmıştı ama her seferinde sineye çekilmişti. Yine de Türk’ün ordusuydu! Ama bu kez ordu da ordu olma vasfını nereyse kaybetme noktasına gelmiş, parçalanmış ve pek çok birimi “karanlık şebeke”nin eline geçmişti. Öyle ki Türklerin silahları ordu içerisindeki bazı şakirtler tarafından meclise, polis merkezlerine ve hatta halkın üzerine doğrultulmuştu. O ki memleketi kurtaracak bir ordu bile kalmamıştı, tek yapılacak iş milletin görevi devralmasıydı. Öyle de oldu.  “Ordu millet” pek çok şehit vererek 16 Temmuz sabahı Türkiye’yi bir kez daha vatanlaştırdı…

Aradan geçen bir yılda bazı hakikatlerle yüzleşmek zorunda kaldık, zaman içinde yüzleşeceğimiz yeni hakikatlerin olacağı da muhakkak. İlk olarak, 15 Temmuz’un yaralarının sıcaklığı geçince nasıl büyük bir tehlike atlattığımızı fark ettik. Hainler neredeyse devletin ve sivil toplum kuruluşlarının her yerine sızmış, mutlak bir görev bilinciyle hareket etmişlerdi. Bunlar öylesine toplanmış sıradan insanlar değildi. Küçük yaştan itibaren devşirilmiş, kafaları ve ruhları ifsat edilmiş, fıtratları hasta bir ruh tarafından bozulmuş ve ancak bilimkurgu romanlarında rastlayabileceğimiz bir robota dönüştürülmüşlerdi. Onları devşiren ve ruhlarını ele geçiren hasta ruh, kendilerine bir işaret gönderdiğinde, sanki her birinin bir düğmesi varmış da ona basılmış gibi harekete geçebiliyor, bir başka işaret gönderildiğinde boşanıyor ya da evleniyor, yalan söyleyebiliyor, yer altında uykuya çekilebiliyor, ansızın yerin üstüne çıkabiliyorlardı. Evet, bir Türk ismi taşıyorlardı, evet bu ülkenin şehirlerinden birinde bir anne-babadan dünyaya gelmişlerdi ama bedenleri ve zihinleri kültürden, töreden, yurttan, türkülerden, millet mefhumundan koparılmış, aygıtlaştırılmışlardı. Daha da kötüsü, bu aygıtın kullanıcısı aygıtını tamamen küresel merkezlerin emrine vermişti. Nitekim onlar istemiş, o da emri yerine getirmişti…

15 Temmuz’da büyük milletimiz yalnızca dini kisve altında palazlanmış ve küresel merkezlerin emrine girmiş bir şer gücü ortadan kaldırmadı. Belki daha da önemlisi, mensupları yüz binleri aşmış bir robot topluluğuna karşı da tarihte ilk büyük zaferi elde etti. İçindeki ahlak duygusu köreltilmiş ve kumanda edildiği merkez tarafından her türlü görevde kullanılmaya hazır hale getirilmiş “mamul bedenler” ile “ruhu olan insanın” karşı karşıya geldiği o bitmez gecede savaşı “ruhu olan insan” kazandı. Başka bir deyişle 15 Temmuz’da “robot insan”la “yurt insanı” karşı karşıya geldi ve yurt insanının, türkülerin, ağıtların, delikanlılığın, kocalarını sefere uğurlayan gelinlerin, oğullarına “ne duruyorsun” diyen anaların ruhu Anadolu’nun her bir tarafını tutu. 15 Temmuz millet devriminin özü bu Türk ruhudur! Bizi gelecekte başka türden robotlaşmalara karşı koruyacak olan ruh da budur…