Böyle de oluyor işte; günlerin birbirinden farkı kalmıyor. Durakta elimdeki çantayla herhangi bir otobüsü bekliyorum, saat dokuz ya da on, günlerden Pazartesi veya Perşembe olabilir. Bende dünyanın renklerini ayırt eden heves perdeleri mi açılmıyor yoksa dünyanın hevesi mi kaçtı, bunu bile sorgulayacak hevesim yok. Duraktaki kadına bakıyorum, sonra onun yanına ilişen delikanlıya, onların yanına ilişen emekliye; hiçbirinin yüzünde ifade kalmamış. Hepsi bir sebebi yokmuş da alışkanlık onları oraya getirip dikmiş gibi duruyorlar. Sahne, motora bindiğimde, motordan indiğimde, bir sonraki durağa gittiğimde de değişmiyor. Bir an akşamleyin birinden diğerine bakındığım televizyon kanalları geliyor aklıma. Ölüm haberleri, bağımsızlık oylamaları, sınırda tatbikat yapan askerler, siyasetçi konuşmaları. Bütün bu olup bitenler sanki gündüz gördüğüm insanların ülkesinde değil de bir başka ülkede bir başka halkın başından geçiyor. Tuhaf bir duygusuzluk, bıkkınlık, kendini bırakmışlık ruhları işgal etmiş. Tarihle günlerin içinde dolaşan insanların arası açılmış; kimse artık tarihe eşlik etmek istemiyor…
Böyle de oluyor işte, sebepsiz yere yoruluyor insan. Mesela ben, yeni çıkmış bir kitabın kapağına bakarken, gözlerimdeki bezginliği bir türlü gizleyemiyorum; birkaç bulutlu günden sonra ansızın parlayan güneşe merhaba diyemiyorum, yakın akrabalarımdan biriyle konuşurken onu mutlu edecek neşeli hali toparlayıp sesime uzatamıyorum. Mısır Çarşılarından, Kapalı Çarşılardan, Divanyollarından, Eski Camilerin önlerinden, Üsküdarlardan hep aynı bezginlikle geçiyorum. Akşam eve gitsem, televizyonda aynı programlar, aynı adamlar, artık duymaktan bıktığım ve içinde yeni bir söz de olmayan yorumlarını tekrarlayıp duracaklar. Köşe yazılarını okumaya kalksam, oradaki cümleler de ekranda kıpırdayıp duran dudaklardan farklı olmayacak. Gençlerle oturup edebiyat konuşmaya yeltensem, sayısız dedikoduyu önüme boşaltıp kalkacaklar masadan; sahilde bir yürüyüşe çıksam, elindeki çiçeği cümle âleme göstermek isteyen bir kız asabımı bozacak. At yarışçısı Apo Bey’in yanına gitsem, önündeki kuponlardan birini uzatıp, “hele birkaç çentik de sen at belki tutar” diyecek. Sonra atlar koşacak, sonra güneş batacak ve ikimiz de her yarıştan sonra mekânı istila eden o büyük boşluğun içinde kaybolacağız…
Böyle de oluyor işte; insan bazen, acaba bir gaflette miyim diye tereddüt geçiriyor. Öyle ya, bütün arabalar bir yerden diğerine gidip geliyorlar, trafik lambaları muntazam olarak çalışıyor, fırından ekmekler çıkıyor, tezgâhlarda eksik herhangi bir meyve yok, gazete bayileri günün gazetelerini tıpkı bir gün önce olduğu gibi tel vitrine dizmişler; servislerde çocuklar evlerine gidiyor, dolmuş şoförleri mütemadiyen kornaya basıyor, telefonlar çalmaya devam ediyor, salalar veriliyor. Ölüm bile yolunda. Ama ölüm hep yolundadır, bu cümleye arkamı yaslayamam. Ben hâlâ biz ölmeden önce olup bitenlerin içindeyim ve ölmeden önce ölmeyi becermişlerden biri değilim. Öyle birileri var mı? Doğrusu bu hevessizlik ve gaflet anında böyle bir soruya cevap vermeyi hiç istemem. Şimdilik cevabını aradığım soru çok açık: Bu halka ve bana ne oldu böyle. Ben ve o, birlikte birbirimizin kanını soğutarak mı bu hale geldik acaba? Ama benim birliklerim, partilerim, cemiyetlerim, derneklerin, ulu önderlerim de yok; koca bir halkın kanını nasıl soğutabilirim ki? Muhtemelen gafletteyim! Bu yazı pekâlâ neşeli, umutlu bir yazı da olabilirdi. Neşeli bir halk gününü de pekâlâ kaleme alabilirdim…
Bazen böyle oluyor işte; yolumu biraz uzatıp balık pazarının içinden geçiyorum. Özellikle hevessiz olduğum, gaflette olduğum, hüzünlü olduğum ve bütün söylenenlerin, gösterilenlerin, telkinlerin bende kötü bir efekt etkisi bıraktığı zamanlarda. Yani böyle zamanlarda balık pazarında üç beş dakika eğleşip, ölü balıkların gözlerine bakıyorum. Biraz önce ölmüş taze balıkların gözlerindeki o canlı donukluk, üzerimde adını koyamadığım bir tesir bırakıyor; öylece bir yerlere bakıyorlar çünkü. Bunlar diyorum, hafızalarıyla, ruhlarıyla, bedenleriyle, tuzlarıyla, derileriyle birlikte büyükçe bir ağın içerisine doldurularak yavaş yavaş nefessiz bırakılmış balıklar. Birden değil, Celiné’nin kitabına verdiği ad gibi taksitle ölmüş olanlar. Celiné’nin adı aklımdan geçince, şimdilerde Türkçeye çevrilmiş kitabının adı da başka çağrışımlarla birlikte yankılanıp durmaya başlıyor: “Taksitle Ölüm”, diyorum, belki de bütün dünyada, bütün milletlerde, her yeni kuşak üzerinde denenen ve kesin başarı elde edilen bir hevessizleştirme yöntemdir. Yani kuşakları balıklar gibi retorik ağının içerisine dolduruyor, onları yavaş yavaş doğal ortamından çekip alıyor, yara bere oluşmasın değerleri düşmesin diye dikkat ediyor, sonra tezgâha diziyor, başlarına da “taze balık” diye bağıran ücretli bir bezirgân dikiyorsun. Belki de biz, avcılar tarafından “taze balık” diye tezgâha getirilen farklı mevsimlerden balıklarız. Niye olmasın!