Çerçiler: Dağ yamacından bakan bir göz, ıssız taşra göğünün altında yürüyen bir adam görür. Merkebinin üzerinde yaylanarak yol alan bu adam, yanında efendisi olmadan sefere çıkmış Sanço’ya benzer. Çoğunlukla yaz sonlarını tercih ettiği için, sararmış tabiatın ortasında rengârenk malzemeleriyle bir yerden diğerine taşınan tuhaf bir masal kahramanına da andırır. Ama çocukların bağırışları arasında köylerden herhangi birine eşyasını indirdiğinde, bu masal kahramanı işbirliğine müsait bir hesap adamıyla yer değiştirir. Satmak için getirdiği malzemeleri şu küçük hayvanın heybelerine nasıl sığdırmıştır kimse çözemez; meydanda açtığı hem bir zücaciyecinin, hem bir manifaturacının, hem bakkalın, hem de oyuncakçının sergisidir. Onda herkes aradığını bulur: Çocuklar oyuncak, kızlar inci ve boncuk, gelinler kap kacak, yaşlılar kumaş. Sanki yakışıksız bir şeymiş gibi alışverişte paranın sözü çok geçmez. Ölçü daima keyfidir; kızın güzelliğine, çocuğun sevimliliğine, gelinin gülüşüne, kaynananın sinirine göre değişir. Bir yerde on kilo kuru fasulye ile alınan leğenin değeri bir başka yerde beş kiloya düşer. Yatıya kalmayacaksa, alış veriş bitince yakın bir kasabaya doğru yola koyulur. Arkasından kimse bakmaz; çerçi çoktan unutulmuştur…
Tuz satıcıları: Hep sonbaharda gelirler. Yükleri öyle ağırdır ki, camış ya da öküzden başkası çekemez. Tahtadan, dört tekerlekli arabaları ya da kağnıları vardır. Bir değil, birkaç kişidirler. Erzurum’lardan, Çat’lardan yola çıkmışlardır; kaya tuzu satarlar. Çerçinin inceliğinden ve muhatabına göre şekilden şekle giren yüz hatlarından onlarda eser yoktur. Esmerdirler, kalın bıyıklıdırlar, sakalları yol tarafından uzatılmıştır, sert bakışlıdırlar, dikine konuşurlar. Açılıp sergilenecek bir malları da yoktur. Bir sabah, meydanda onlarla karşılaşırsınız: Arabalar, arabaların üzerinde ağızları sıkıca bağlanmış iri kıl çuvallar, samanlarını yemekte olan yorgun hayvanlar ve tütünlerini çekmekte olan birkaç adam. Tuzun iyotlu ve iyotsuz diye ayrıldığı, rafine edilmiş bir çağa ait değildirler. Mallarını asla yumurtayla, kayısıyla, elmayla değiş tokuş etmezler. İnsanlar torbalar dolusu buğdayla gelir, birkaç torba kaya tuzuyla evlerine dönerler. Bu hem hayvan yaralarına basılacak hem de sofralarda kullanılacak tuzdur; ayırt edilmez. Tuz satıcıları, buğday yüklü arabalarıyla çekip gidince, meydana garip bir tenhalık çöker. Bir güç gösterisi sona ermiştir…
Sepet ören Çingeneler: Kuşaklardan hiçbiri, bir Çingene’yi merkep sırtında ya da öküz arabasıyla yol alırken görmemiştir. Onlar daima at arabalarıyla gelirler. Nereden gelirler? Cevap önemsizdir: Bir yerden ya da hiçbir yerden. Yerinde üretim yaptıkları için geldiklerinde yanlarında atlarını yoracak bir yükleri olmaz. Yerinde tükettikleri için, giderken de atlarını yorgun düşürecek bir yük sırtlanmazlar. Yer seçiminde Çingenelerin üzerine yoktur. Dere kenarlarında, mümkün olduğunca yeşil bir çayıra kurarlar çadırlarını. Erkekleri evcimendir, öyle kolay çadırlarının ötesine çıkmazlar. Bunun bir sebebi de, yerinde üretimin onlar tarafından yürütülmesidir. Dere boyunca topladıkları sorgunlardan sepet yaparlar, karıları da onları satmaya çıkar. Çingene hanımlarında, insan psikolojisine iyi gelen ve kaynağı hiç kurumayan bir neşe vardır. Gürültüyle konuşarak, kahkahalarla içeriye girerler. Gözleri sobaların ya da tandırların üzerindedir. Kendilerine bir çay koydururken, ne yapar eder tenceredeki sarmadan da çocukları için bir miktar almayı başarırlar. Bu miktar, azdan çoğa bir hat izler. Bazı saf gelinler, lafa tutulduklarını, ‘hele biraz daha koy hanım’ların sonunda tencerenin dibini bulduğunu, ancak misafiri gidince anlar. Ama iş işten geçmiştir. Söylemeye gerek var mı! Çingeneler dünyayı sırtlarından atmayı başarabilmiş tek halktır. Ne gamla gelir ne de giderken gam bırakırlar…
Kalaycı: Toprak meydanda küçük bir kazıya girişmiş olan kalaycı, Antik Yunan’dan çıkıp gelmiş bir eski zaman işçisine benzer. Çocuklar bir süre merakla ona bakarlar. Ne yapıyor bu adam, bu kuru toprağı neden kazıyor? Ama zeki bir çocuk, onun hareketlerinde hiçbir tereddüt bulunmadığını hemen anlar. Henüz işinin mahiyeti belli olmayan bir usta iş başındadır. Sonra oracıkta bir ateş yakar, körüğünü çıkarır, kalaycı pamuğunu, maşasını, nişadırını. Yanında bir çırağı vardır, çoğunlukla küçük oğlu. O da işini bellemiştir. Hazırlıklar bitince, kadınlar bakır kaplarıyla sıraya girerler; çocuk körüğe basar, ateş harlanır; pamuklu el sahanların içinde daireler çizer ve kalayın parıltısına gökten koca bir güneş düşer. Kalaycı, zehirli bakırla insan arasına girmiş bir maskeci gibidir. Bu maske ocakların ateşine, kaşıkların darbesine, mevsimlerin iniş çıkışlarına bir süre dayanacak, vakti gelince tekrar yenilenecektir. Aynı kalaycı tarafından mı? Taşranın gezginlerinden hiçbirinin akıbeti bilinmez. Bazen bir görünüp ebediyen kaybolurlar; bazen de yıllarca gelmeyi sürdürürler. Sürdürdüler demeliyim. Çünkü artık değiş tokuş bitti…
Başsağlığı: Hareket-Dergâh camiasının tanıdık isimlerinden Cahit Çollak ağabeyi kaybettik. Rahmetle anıyorum.