Tarihin şaşırdığı anlar

Başlığın Stefan Zweig’ı çağrıştırdığının farkındayım. Üstat, meşhur eseri Yıldızın Parladığı Anlar için şöyle demişti: “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları insanlık tarihinde ‘Yıldızın Parladığı Anlar’ diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar.” Öyledir. Ama bir milletin tarihi de birbirini takip eden felaket anlarının ve o anlarda yazgıyı belirleyen bir ya da bir dizi kararın sınavından geçer bazen. Varlıkla yokluğun trajik sınırında salınıp duran kader, sonunda birden karar vericilerden yana döner ve tarih, kendi yasalarının hiçe sayılması karşısında şaşırıp kalır. Sözü elbette Türklere getireceğim! Bozkırlarda boylar halinde yaşayan uzak atalarımız, Çin’le ilk karşılaştıklarında, görünüşte hiç bir şansa sahip değillerdi. Onların topraklarını ele geçirdiklerinde bile, kısa sürede aralarında kaybolup giderlerdi. Orhun’daki bir kaç dikili taşla hatırası ebediyete kazınmış o çıraklık çağımızda, büyük düşmanımız sayesinde boyların garip bir çeviklikle birden bir araya geldiğine, milletleştiğine tanık oluruz. Türklerin tarihi şaşırtan ilk becerileri budur…

***

12. yüzyılın atlaslarında Türkler, taptaze bir hevestirler. Maveraünnehir’den Bizans Marmara’sına kadar neredeyse her yerde onlar vardır. Ama bu heves, 13. yüzyılda onların çok iyi bildiği o uzak bozkırdan inen bir barbar topluluk tarafından yarım bırakılır. Moğollar, kimsenin önünde duramadığı bir kudretle batıya, doğuya ve güneye akmaktadır. Sonunda, henüz yurt haline gelmiş Anadolu da düşer. Görünüşte bütün ruhlar darmadağınıktır; Konya düşmüş, saray Moğol tabiiyetine girmiş, otorite küçük dilimlere ayrıştırılmış ve gelecek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Orhun’daki dikili taşların yerini bu kez üç âdemoğlu alır: Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi Evran. Selçuklu bedeninin bütün uzuvlarıyla işlemez hale geldiği tarihin o diliminde, bu üç kalbin çarpıntısı, yok oluşun dalgalarını, bir dalgakıran gibi çözmeye başlarlar. Moğolların kılıç gücü bir yere kadardır; istila ettikleri ülkelerin ‘hu’ sesleri arasında dinleri de dilleri de değişiverir. Bir yandan Müslümanlaşmış, öbür yandan Türkçe konuşmaya başlamışlardır. Yıkım ve bunalım bir kez daha Türkleri hırslandırmış ve yıldızını parlatmıştır. Zarını güçlüden yana atan tarih, şaşkınlıkla geri çekilir…

***

Çinlilerle girdikleri savaştan tarihsel bir millet olarak çıkmayı başaran Türkler, Moğollarla girdikleri savaştan da tarihin en büyük devletlerinden birini kuracak enerjiyle çıkmışlardır. Heybelerinde Yunus’un berrak Türkçesi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin yol azığı ve Ahi Evran’ın iş ahlakı vardır. Üç büyük ustanın kalp çarpıntısı nihayet Balkanlar’da duyulur ve ötelere gider. Bir kaç yüzyıl sonra birden yazgı yeniden tersine döner; uzaklar uzakta kalır, sınırlar payitahta doğru yaklaştıkça yaklaşır. 20. asrın başına gelindiğinde, tıpkı 13. asırdaki gibi ortada bir harita bile kalmaz. Tarih, geçmişte başaramadığını başarmak, kursağında kalmış bir yenilginin rövanşını almak için bütün imkânlarıyla sahaya inmiştir sanki. Bu kez durum gerçekten de trajiktir ve tünelin ucunda hiç bir ışık görünmemektedir. Öyledir çünkü artık gidilebilecek bir ata yurdu da kalmamıştır. Türkler dönüp bir an etraflarına bakarlar; her yer Yusuf kuyusu gibidir; onları bütün maceralarıyla beraber kuyuya itmek için küçük bir hamle yeter de artar bile. Hatta belki de artık kuyudadırlar. Ama yine tuhaf bir yel eser; bir zamanların Yunus’unun, Hacı Bektaş-ı Veli’sinin, Ahi Evran’ının dolaştığı yerlerde bir kıpırtı başlar. Şimdi sahaya bir başka ozan, Akif inmiştir. Uzuvlar bir araya gelir, gözler ovuşturulur, yokluktan varlığa doğru bakılır; hava nasıl da ansızın değişmiştir! Tarih, yıkımının ortasından şölenle doğrulan bir halkın karşısında çaresizce geri çekilir…

***

Yahya Kemal, Metris Tepeden gelen zafer haberlerine kulak kesilmiştir. Bunun küçük bir tepede, küçük bir düşmana karşı kazanılmış bir başarı olmadığının farkındadır. Nihayet, yeniden gerilmekte olan bir yayın kirişinden çıkan sesi duyar ve rahatlar. Tıpkı Orta Asya’da ve tıpkı Ortaçağ Anadolu’sunda olduğu gibi, yeni bir bin yıl için kaderle el sıkışılmıştır. Bir süre ev toparlanacak, bahçe düzeltilecek, zamanın atları yetiştirilecek, vakti geldiğinde o bıçkın ruh, o ebedi çırak tekrar ödevinin başına dönecektir. Kuşkusuz tarihin evini düzeltmesi, bahçesini temizlemesi on yıllar alacak bir iştir; küçük yaprak dökümleri, birkaç can sıkıntısı, geçici umutsuzluklar, eşkıya baskınları da olacaktır elbet. Şimdilerde içinden geçtiğimiz günler böyle günlerdendir belki de, daha fazlası değil. Bir tarih bilinci olmayanlara hatırlatmakta yarar var: Biz bu gün yazgımıza karar verecek bir zamanı yaşamıyoruz; bizim yaşadığımız, yüz yıl önce kararını verdiğimiz bir yazgının soğuk algınlığından ibaret. Hastalığımızın ölümcül olduğunu söyleyenler muhtemeldir ki tababet ilmini başka yerde tahsil ettiler…