Bir başına ya da birkaç arkadaşıyla birlikte çekildiği gençlik resimlerinin çoğunda Tanpınar, onu yanındakilerden kolayca ayırt edebileceğimiz bir yüzle karşımıza çıkar. Elimizdeki bu ilk fotoğrafların, bütünüyle ürkütücü olmasa bile insanı işkillendiren bir tarafı vardır. Huzur romanının akıllı okuru da bu resimlere her baktığında Mümtaz’ı değil, Suat’ı görür gibi olur. Karmakarışık arzularla bir suçluluk duygusunun hususi kimyası çok erken yaşta bakışlarına sinmiş ve onları çevrelemiştir. Saçlarını özenle taramış olması ya da objektife hazırlıklı bir yüz hali takınmaya çalışması da sonucu pek değiştirmez. Hatta bu çaba, bir yılgınlık mı yoksa bir yıkım mı olduğuna tam karar veremediğimiz Tanpınar suretini iyice belirgin hale getirir. Hatta denilebilir ki görebildiğimiz ilk fotoğraflarında Ahmet Hamdi’nin en iyi hali, objektife en hazırlıksız yakalandığı haldir. Çünkü ne zaman objektife yönelse, insanı işkillendiren bakışların yükünü olduğu gibi fotoğraflara yansıtır. Bunun mistik bir yük olmadığını hemen anlarsınız; gadre uğramışlıktan kaynaklanan dünyevi bir yüke de benzemez. Bu bir “Tanpınar yükü”dür…
Tanpınar’ın görebildiğimiz ilk fotoğraflarında, bu Tanpınar yükünün, öyle doğmuş olmaktan başka bir sebebi bulunmadığına kanaat getiririz. Doğduğu günden fotoğrafların çekildiği günlere kadar aradan geçen zaman da bu yüke yeni malzemelerle katkıda bulunmuş gibidir. Ahmet Hamdi’nin yüzünü toparlamak ya da sevimli göstermek beyhudedir; ancak yıllar sonra yaşlılığın perdesi bir miktar araya girer ve onun arzu bastırmaktan yorgun düşmüş bakışlarına yanıltıcı bir munislik katar. Bu bakışlarda, artık bir çaba sarf etmeden sevilmeyi arzulayan bir hınzırlık da bulmak mümkündür. Hatta yıllar Ahmet Hamdi’nin suretini bir parça şekle sokmuştur. Ama günlüklerini okuduğumuzda, yıkımın zaman içinde yüzünden içine doğru yürüdüğünü, yüzdeki bu yanıltıcı rahatlamanın büyük ölçüde bir yer değiştirmeden ibaret olduğunu düşünmeye başlarız. Belki de yüz zamanla şekle girmemiş, sahibi tarafından terk edildiği için her türden küçük düşürmeyi yanıtsız bırakan bir “boş alan” haline getirilmiştir. Bu geri çekiliş, ilginç bir biçimde Tanpınar’ın yüzünü hem kendisi hem de bizim için güvenli hale getirir. Yaşlı Tanpınar, içeride bir yerde intihar hazırlığı yapan biridir…
Kötü bir karşılaştırma belki, ama yine de bir karşılaştırma! Cemil Meriç, çocukluğundan bahsederken şu cümleleri kurmaktan hiç çekinmez: “12 Aralık’ta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı… Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh…” Oysa bu cümleler çocukluğu anlatmaktan çok onu inşa ediyormuş izlenimi verir. Bu tarz erişkin kurguları, zamanın herhangi bir aralığında dünya tarafından bozguna uğratılmış olmaya odaklıdır; acı, çocuğa sonradan ve başkaları tarafından çektirilmiştir. Meriç’in bu cümlelerini Tanpınar’ın hayatının hiçbir bölgesine taşıyamayız. Ne böyle bir inşaya müsaittir ne de böyle bir çocukluktan gelmiş olmaya. Elbette zamanın zahmetleri Tanpınar’ı çocukluğundan itibaren hırpalamıştır; bunlar hiç yabana atılacak zahmetler de değildir. Bir harbin arifesinde doğmuş, neredeyse o büyük coğrafyayı konar göçer bir çocuklukla arşınlamış, ruhu meşalelerden yayılan netameli ışıkla dalgalanıp durmuştur. Ama sonuçta hepsi birer zahmettirler o kadar. Tanpınar, mahalle çocukları kendisiyle oynamadı diye çekilen çocukluk acılarına yaban bir acıyla doğmuştur. Şöyle de denebilir: Tanpınar, dünyaya yüküyle birlikte gönderilenlerdendir…
Tanpınar dünyaya yüküyle birlikte gönderilenlerdendir ve ne çocukluğunun muhiti ne de sonradan içine gireceği çevre bu acemi mağdurun hikâyesini değiştirmez. Mağdur olduğunu biliyoruz da niçin mağduriyetine bir de “acemi”lik ekliyoruz? Bir fiyaka olsun diye mi? Belki! Belki de gönlümüz, ilk fotoğraflarından itibaren Atiye Hanım’ın kahkahasına hazırlık yapan bu adamın mağduriyetini, acemiliğiyle hafifletmeyi arzuluyor. Ama bir başka sebebi daha var: O, Cemil Meriç gibi çocukluğunda başından geçenleri erişkinliğinde yeniden inşa edecek bir dünya mağduruna hiç benzemiyor. Daha ince bir ucuna Turgut Uyar’da da rastladığımız, söylem tarafından telafi edilemeyen bir başka mağduriyeti vardır: Öyle doğmuş olmak. Öyle doğmuş olduğu için, tecrübelerden örülmüş korunaklı bir hayat inşa edemez. “Sakar ruh”, eliyle yokladığı dünyaya bir biçimde ondan önce dokunur ve ona daima yıkılmış, dağılmış olanları dilde tertip etmek düşer. Günlüklerini okuyan bir Tanpınar düşkünü, bu acemi mağdurun, kendisiyle dalga geçildiğini bildiği halde bunu satırlarına yansıtmamış olmasını, günlüklerden çok daha kederli bulur. Ve anlarız ki Tanpınar; zekânın sakar bir ruh karşısında düştüğü çaresizliktir.