Okumanın, yazmanın, düşünmenin kurtarıcılığına has ihtişamlı söylemler, içinde bulunduğumuz dönemde birçok açıdan geçerliğini yitirmiş durumda. Paradigmalar sönüyor gözlerimizin önünde. Aydınların bakır çağında bile yaşadığımız söylenemez.
Aydın kimdi, neydi, nasıl bir iç rahatlığıyla kendine “aydın” derdi, yazarlık hayatımın başlarında üzerine çok düşündüğüm sorulardı bunlar. Entelektüel daha somut bir hüviyetti; hani, fildişi kulesine çekilip fikir üretmekle iştigal edebilirdi işte! Aydın ise galiba temsil iddiası taşır, dünyayı değiştirmeye talip olurdu. 1980’lerde arkadaş grupları içinde cevabını aradığımız sorulardan biriydi bu: Halkı tanımayan, halktan öğrenmeyen bir aydınlığa nasıl güvenilirdi? “Narodnik” sadece bir şiir kelimesi değildi; kurcalanırdı sürekli. Hoş eleştirilirken bile yüceltiliyordu aydın kimliği, bir zamandır âlimlerin kamusal alan/dil dışında tutulmaktan ileri gelen kopukluklar yüzünden layıkıyla sahiplenemediği kimlik/konum boşluğuydu bunun sebebi. Nietzsche, kehanetlerde bulunan “aydın”dı. Camus, “seküler rahip”ti, Sartre aydının bağlanması üzerine yazdıklarıyla yarım asır boyunca aydın gündemini etkiledi. Kuşkusuz bu üç isim ve daha birçokları, yüzünü Batı’ya çevirmiş toplumların aydınları için yol ve yön gösterici modellerdi. Ne var ki kendi toplumsal dinamikleri tarafından oluşturulmamış bir aydınlanma programının maruz kalacağı kaçınılmaz sondu, “çölde konuşmak.” Yorum hatta analiz gücü, hayata bakışta tecrübeyle ilgili bir derinlik gerektirirdi.
Âlim olmayı mümkün kılmayan bir eğitim, aydın konumunun yetkesini sorgulayan bir başka türlü öğrenme açlığı… Fakat nasıl da çaresiz bırakılmıştı toplum! Akif Emre’nin “Müstağrip Aydınlar Yüzyılı” başlıklı kitabı bir bakıma bu çaresizlik hissini oluşturan bir söz yitiminin ve böylelikle ortaya çıkan kekeleme halinin teşrihi olarak okunmalı. Büyüyenay Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Kirenci’ye, Akif Emre’nin bütün eserlerini yayına hazırladığı için teşekkür etmek gerek. Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, Büyüyenay’ın “Akif Emre Bütün Eserleri” serisi içinde, “İzler” ve “Çizgisiz Defter”den sonra yayımlanan üçüncü kitabı.
Teşrihin yanı sıra teklif de içeriyor bu kitap, ama acaba yeterince muhasebe yapılmadığında teklifler yerli yerince anlaşılabilir mi? Kitabın başlıkları, aydının taşımaya ciddiyetle talip olmadığı, âlim bilinenin ise temsil kısıtlaması nedeniyle zihin dünyasından olduğu gibi gündeminden de uzak tuttuğu muhataralı alanlara çekiyor okuyucusunun dikkatini.
Bir temsil güçlüğünün yol açtığı kısır döngüde, kavramlar gibi olguların da sahih, duru kavranışından yoksunlaşmaktayız. Âlim yetiştiremeyen vaha çöle dönüşürken aydınlar kaldıramayacakları bir misyonun oluşturduğu karamsar ruh haliyle açık örtük nihilist bir dil kullanmaya yöneliyorlar. Kaçış, inziva, gerçekliği tartışma cesaretini hafife alma… Yalan olan tarihin oluşturduğu bir travma yüzünden âlimlerimiz, yeni (seküler) toplumsallığın diline yabancılaşırken, aynı travma mütedeyyin kesimler açısından “aydın” sınıfının temsil hakkını sorgu sual altına tutan bir mesafe koyma anlamına da geliyordu. Bu mesafe, resmi ideolojinin aydın temsilini ve aydınlık niteliğini öne çıkarması nedeniyle de oluşuyordu. Şeriati’nin aydın sorgulamaları ve Celâl Âl-i Ahmed’in İran örneğinde aydınları büsbütün “garbzede” olarak nitelendirmesinin sebepleri, bu nedenle 1980’lerin İslami gençliğinde bir karşılık buldu. Ah elbette, aydın halka gitmeli, halktan öğrenmeliydi.
Sarsıcı bir geçiş döneminin okur yazarları, muhasebesi yeterince yapılmamış olanın kayıplığı içindeyken henüz oluşmakta olanı eğrisiyle doğrusuyla nasıl her açıdan görebilir? Cemil Meriç’in ciltler dolusu anlattığı zihni bulanıklık hali, Akif Emre’nin yazı gündemi içinde her zaman incelikli bir anlatımla yer buldu. Müstağrip Aydınlar Yüzyılı, Müslümanların aydınlık konumuyla ilgili çelişki ve açmazlarına dair temel tartışmayı mantıki sonuçlarına taşıma endişesinin de kitabı.
Zamanında sorulan sorunun, zamanında getirilen eleştirinin yerini hiçbir şey tutmuyor. Akif Emre, çoğu zaman bir telaşla ama hazır kalıpların konforuna kendini bırakmadan, bu sebeple maruz kalacağı dışlanmayı da göze alarak sürdürdü yazarlığını. Gerçi yalnız değildi, bir varoluş direnişinin saflarından bakıyor ve konuşuyordu. Müstağrip Aydınlar Yüzyılı’nda da. “Biz” adılıyla sesleniyor okuyucusuna, her zamanki gibi. Slogan atmıyor, kusuru ötekine yükleme kolaycılığına yönelmiyor, başkalarının bedel ödemesini getirecek türde bir dava diline mesafesini bildiriyor, “Varoluş Hükmünü Savunmak” yazısında olduğu üzere: “Holiganlık düzeyindeki her şeyden herkesten alacaklılık duygusunun beslediği milliyetçi/ulusalcı fanatizme yaslanarak, bu coğrafyanın İslami dokusuyla oynanıyor.”
Sarsıcı yitimler karşısında şikâyet etmekle yetinmeyerek düşünmeye çağıran mütefekkir, en önemli bozulmayı kavramların hoyratça tahribinde görmektedir. “Ertelenmiş Sorunun Cevabı Yoktur” başlıklı yazının öne çıkardığı şu soru, bizi zengin ve haklı kılan Müslümanca idrakin kaynaklarına yöneltiyor dikkatleri: “Tüm bunlar olup bittikten sonra elde ne kalmış olacak?”
Muhafazakârlık olgusunun olur olmaz yere kullanımını nasıl anlamak gerekir, İslam kapitalizmle uzlaşabilir mi, modern dünyada ümmet olgusunun karşılığını nasıl tarif etmeli, zafer ve yenilgiyi aslında ne şekilde tarif etmeli, dini kavramların sosyoloji tarafından yutulması karşısında seyirci kalmamayı nasıl başarabiliriz, “kültürel İslam” terkibini oluşturan kavramların hazır olmayan okunuşu, İslamcılık ve muhafazakârlık arasındaki farkın sebepleri, yerlilikle yerelliği karıştıran kültür paketleri, Kürtler ve Türklerin yeni “ortak tasavvuru”nun imkânları, cemaat yapılarının duçar olduğu zaaflar ve böylece akıp giden Müslümanların çağdaş dünyada İslami bir hayat yaşama ve bu hayat tarzını teklif edebilme kabiliyetleri bağlamında önem kazanan soru ve başlıklar, mütefekkirin –William Blake’in deyişiyle- “gözün içinden görmeyi sağlayan” bakışının tasvirlerinde derinleşiyorlar.
Akif Emre, kitabın giriş yazısında modern düşünce akımlarının kurmayı başaramadığı dilsizliğin en fazla mustarip ettiği kesimlerin İslami düşünce geleneğine bağlananlar olduğunu hatırlatıyor. Ne de olsa kendilerini ifade açısından maddi ve yasal zorluklarla çevrili İslamcılar ve bu yüzden netlikten uzak kalan ifadeleri, karşıtları tarafından istismar ediliyor. Kitabın alt başlığında geçtiği üzere, kelimelerimiz bu nedenle gölgeli, dillerimiz ödünç. Aydın konumuna inanmaz iken, âlim olma başarısını hedefleyeceğimiz programlardan ise büyük ölçüde yoksunuz.
Mustafa Kirenci’nin takdim yazısında anlattığı gibi, çok büyük bir emek, titiz bir çaba var arkasında Müstağrip Aydınlar Yüzyılı’nın. Akif Emre bu kitabı çok önemsiyor, bir giriş yazısı yazdığından söz ediyordu. Eşi Dürdane Emre, vefatının ardından bilgisayarında bir sayfa uzunluğundaki bu giriş yazısına ulaşıyor. Bu tek sayfa, muhtemelen tamamlanmamış olduğu halde mütefekkirin minimalist anlatımını borçlu olduğu dili yansıtan bir açıklayıcılığa sahip. Lafı dolandırmıyor Akif Emre, sözü eğip bükmüyor. Henüz yeterince konuşulmayan olguları duru bir dille yazma konusundaki sorumluluğundan hiç vazgeçmediği için de bıraktığı boşluk çok belirgin.