Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada tartışmalara konu olan “süslü sunum” iletilerini nasıl anlamalıyız? Sanki birdenbire ortaya çıkan bir modaymış gibi konuşulan, ne kadar yeni? Mevlid eşliğinde gerçekleştirilen bebek görme merasimlerinde sunum, önceleri daha bir ev merkezli üretim ortaya koyarken, şimdilerde hem ikramlar ve ev sahibinin hediyeleri, hem de misafir hediyeleri çeşitli sektörler tarafından tayin ediliyor. Hamile kadınlara arkadaşlarının düzenlediği doğum öncesi hediye toplama şenliği olarak izah edilebilecek “baby shower”lar, kameraya açıldığı oranda renkleniyor, çeşitleniyor. Kişisel zevk, başkalarının zevki üzerinden bir seçme şansından ibaret bu durumda.
Gelin çeyizinin sunumunu çok incelikli bir hazırlıkla gerçekleştirir Anadolu insanı. Örtüler, paketler, gelin ve damat bohçaları, yorgan ağızları… Estetik beğeni çeyize nakışlarla ilmeklerle yansıtılıyorken, şimdilerde hazır olanda o el emeğinin sağladığı güzel duyguyu oluşturmanın yolu “sunum” merasiminde aranıyor. Günümüzün farkı, kamera. Süslü sunum bütün iddiasıyla tek gerçeklikmiş gibi öne çıkarken sade ve zarif olan istisnaymış gibi gelebilir. Ama bakalım bu ne kadar doğru?
Erenköy’e İslami içerikli konuşmalar dinlemeye giderdim 1980’lerde. Bu toplantılarda izlediğim şatafat karşısında kapıldığım huzursuzluk “Uzun Cümle” , “Suya Düşen Dantel” gibi öykülerime yansımıştır. Gerçi insanlar o dönemlerde henüz sunumu kendi el emekleriyle gerçekleştiriyorlardı; yiyecek olsun, peçete olsun. Şimdi yiyeceklerle ve süs püsle paket halinde ilgilenen “catering” firmaları var; adını bile Türkçeleştirememişiz. Eskiden daha sade yaşıyor değildik. Ancak kamusal alan mücadelesi veren kuşak çeyiz sunumunu reddetti, çeyizini Afganistan veya Filistin kermesine bağışlamayı yeğledi. Muhafazakar çevrelerde süslü çeyiz sunumu öylesine abartıyla gerçekleşiyor olmalıydı ki bizim kuşağın İslamcı kadınları Hz. Fatıma’nın çeyizini hatırlamadan edemediler. Bu soru öne çıkıyordu: Gerçekte ihtiyacımız olan ne? O dönemlerde yayımlanan Tevhid dergisinin Rayet isimli, kadınlara yönelik yayın yapan ekinde gösterişçi tüketim eleştirilerine yer verilirdi.
Süste püste dile gelen bir aykırılık bazen de sus pus olmaya/kılınmaya dönük bir çığlık hissi uyandırmaz mı? “Beni görün, işte buradayım.”Hangi hayranlık ve beğeni, “şimdi tamam oldu” demeyi sağlayabilir? Zuhruf Suresi’nde de vardır ya öyle bir atıf… Süs püs bazen edilgenliği ödünlemeye dönük bir uğraşıya yorulur. Süs püs, bazen mevcudu olduğundan farklı göstermenin tekniği veya tedbiri. Ah elbette, kameranın sunduğu nereye kadar ironi ve rol, kim bilebilir?
Sunum yarışına katılan yeni evli hanımlar genellikle yüksek tahsilli, fakat ev hanımı olma koşulunu içeren evlilikler yapmışlar; istisnalar tabii vardır. Kimisi hukuk tahsil etmiş, kimisi mimarlık. Bir meslek sahibi olmayı hayal edenler de vardır aralarında tabii. Bizim kuşak İslam’ı öğrenme ve tebliğ amacıyla verili çalışma disiplininin dışına çıkmıştı. (Tabii, başörtüsü yasağı kendiliğinden getiriyordu bu uzaklaşmayı). 2000’lerin yeni evli kuşağı ise bir önceki kuşağın, yani 28 Şubat kuşağının aksine, çalışma hayatını göz ardı edebiliyor. Sebepleri muhtelif: 28 Şubat kuşağı gibi gasp edilmiş tahsil ve meslek hayatlarıyla ilgili bir tür adaleti gerçekleştirmek yok gündemlerinde. Tersine, ellerinden alınmış fırsat ve imkânları yeniden kazanma çabasına düşmüşken evliliğe geciken bir kuşağı görüyorlar. Dolayısıyla da “evlilik zamanını kaçırmama” gibi bir yaklaşım sergiliyorlar. İşi istikbal vaat eden genç adamın “çalışmama” şartını, günün birinde kendi çalışma şartlarını oluşturma hayaliyle kabul ediyorlar muhtemelen.
Genç kadınların paylaştıkları sunum kareleri, ille de toplumsal duyarlıktan uzak oldukları anlamına gelmiyor elbette. Bir fotoğraf karesi bazen gerçeği gizlemenin örtüsü de olabilir. Çünkü uzun bir süreden beri acı çekiyoruz, bölgesel planda ve toplum olarak. Eskiden İslamcıların birbirine ilettiği şöyle bir uyarı kalıbı vardı, bazen yine okuyorum bir yerde:“Siz evinizde sıcak çaylarınızı içerken Filistin’de Müslümanlar…” Bu acı kaynağı hiç değişmiyor: Suriye’de, Arakan’da Müslümanlar işkence çekiyor, öldürülüyor. Şiddet ve işkence içeren sahneler karşısında dirençli olmamız da gerekiyor. Bu direnci oluşturmanın bir yolu, kendimizle ilgili paylaşımlarda sınırlara sahip olmak. Söz gelimi, www.derindusunce.Org GYY Mehmet Yılmaz, işkence fotoğraflarının güçsüz Müslüman imajına hizmet ettiğini savunuyor. Bu tür fotoğraflar yerine nitelikli analizler geliştirmeliyiz. Bosna insanı o korkunç savaş yıllarına pencere denizliklerindeki menekşe ve sardunya saksılarını koruyarak da dayandı. Ama evet, orada içselleştirilmiş, toplumla paylaşılan ve kalbe iyi gelen bir estetik sunum var, paylaşılması bizi rahatsız etmiyor.
Çünkü bizler emaneti teslim almış insanlarız, sonuçta emeğimizin eseriyle tanınmak, katılmak, fayda etmek isteriz. Şeker Ahmet Paşa, büyüleyici “Ormanda Oduncu” tablosu için kim bilir ne çok orman gezisi yaptı, inceledi ağaçları, tuvalinde yeni renkleri keşfetmeye çalıştı. Dolayısıyla, bu tür sunumlarda bize sahte gelen, içselleştirme sürecinden yoksunluğun sebep olduğu bir eğreti hâl. Kamera karşısındaki bir an önce paylaşma acelesi hele, kişisel yorumları standart pozların mimiklerine sınırlıyor.
Elbette bir de mahremiyetin sınırlarında meydana gelen dağılmalar var. Başörtüsü örttüğümüz için mahremiyetin sınırlarını tayin ettiğimizi sanıyoruz, ama bu sınırlar hayatın her açısıyla öylesine ilgili ki… Kameranın gözünün her yerdeliği, mahremiyet sınırları üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Tamam, fıtraten süslenmeye yatkındır kimisi, kimisi de Hz. Fatma modelini benimser. Süs püs metafor olarak bazen kendi olmaya açılan pencerelerin dolaşık perdeleri. Rabia Gülcan Kardaş, Genç Dergisi’nin Eylül sayısındaki yazısında irdelemişti gençlerde gözlemlediği bir üzgünlüğü. Düşünen insanlara özgü bir üzüntü bu. Rol, sürekli rol. Merasim, teatrallik, incelme; medeniyetin diğer yüzü. O paketler kim bilir hangi AVM’den sipariş edildi.
Neyi, nasıl yapmalı acaba… Bütün olarak bu sunumların niçin bir “çeyiz serme” estetiği oluşturamadığı üzerine fikir yürütüyorum sadece. Emek verilmemiş hiçbir güzellik ruhun ıstırabını dindirmiyor.