Stokçuluk serbest mi?

“Misyon: Ekonomik verimliliğin ve tüketici refahının artırılması, etkili rekabet ortamının sağlanması ve sürdürülebilir kılınması ile rekabet kültürünün yerleşmesi ve geliştirilmesidir.
Vizyon: Dünyayla entegre olmuş, rekabet edebilir ve etkin çalışan piyasalar yoluyla yüksek refah düzeyine ulaşmış bir ekonomide saygın, güvenilir ve etkili bir rekabet kurumu olmak.”
Bu güzel ve sevimli cümleler Rekabet Kurumu’na ait…
Ekonomik verimlilik ve tüketici refahı kavramları son aylarda yüksek fiyattan sebze meyve yiyenler ile eczanelerde ilaç bulamayanlara pek bir şey ifade etmiyor ne yazık ki!
Kurumun sitesinde “kamu otoritesinden bağımsız olduğu” vurgusu o kadar ağır ki, hah işte siyasi etkilere bakmaksızın görevini yapacak bir yapı dedirtiyor…
Rekabet kuralının ihlal edildiği son günlerde, meyve-sebze ve ilaç tröstlerine karşın bu kurumun adını, sanını, sesini, soluğunu duyanınız var mı?
Stokçuluk yapmak hem tüketici refahını baltalayan hem de rekabet kurallarını ihlal eden ağır bir suç değil mi?
Bu kurullarda üye olmak için büyük çaba sarf eden, o kurullarda olduğu için makam araçlarına binen, sıradan insanın sahip olmayacağı pek çok ayrıcalığı ve konforu elde eden, protokollerde yer bulan beyefendiler ve hanımefendiler neden en kritik anlarda hiç ortalarda görünmezler?
Tabi sadece Rekabet Kurumu değil, stokçuluk ve fahiş fiyat satışı yapanların her kim muhatabıysa devlet mekanizmasında bu eleştiriler hepsi için geçerli…
Bakanlarımız çıkıp “aracılar ve stokçular maliyet artırıyor” diye durum tespiti yapıyorlar…
Oysa bakanlık makamı durum tespit edilecek değil, gereğinin yapılmasını sağlayacak makam değil midir?
Vatandaşın sağlığıyla ve mutfağıyla oynayan kişi, kurum ya da oluşumlar neden ifşa olunmaz?
Haklarında onlar için çerez parası mesabesindeki idari cezalar kesilerek durum kurtulur mu?
Tanzim satış noktaları projesi mutfaktaki yangını bir nebze söndürmüştür ama kundakçılara gereken niye yapılmaz?
Devlet kendisine yapılan suçlarda şahinken, vatandaşına kast edilenlerde niye güvercin?
Soruları uzatmak mümkün…
Ancak…
Her konuda Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesini bekleyen siyasi ve bürokratik aktörler bu ülkenin en büyük sorunlarından biri haline gelmiştir…
İşi çözmesi gerekenler “şikâyet edenler” kategorisinde yer almaktadırlar…
Yüzde 26 ilaç zammını kapana kadar depolarını kilitli tutanlar hakkında mesela Sağlık Bakanlığı ne gibi bir işlem yaptı?
Stokçuluk ve aşırı kar hevesi yüzünden ilacını alamayan tek bir hasta dahi ölmüşse eğer, bunun sorumlusu kimdir ve yaptırımı nedir?
İstenilen ve arzu edilen nokta şudur ki, stokçuluk yapan, tedarik zincirinde aşırı kar hevesiyle vatandaşa mal ve hizmeti pahalıya satılmasına sebep olan her kim varsa sadece idari para cezaları vermekle bırakılmamalı, ticari hayatı bitirilmelidir…
Cezalar caydırıcı olmayınca piyasa çakalları istediği gibi at koşturmakta, olan vatandaşın cebine ve sağlığına olmaktadır…
Bu manzaranın faturasını ödemek de her zamanki gibi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sırtına kalmaktadır…
Hiçbir bedel ödemeden, hiç ter akıtmadan koltuklara oturanlar ne yazık ki bunun şükrü karşılığı iş ve proje üretmeleri gerekirken, tam tersi oturdukları yerde daha fazla kalabilmek için “hiçbir şey” yapmamanın peşindeler…
Eğer bu seçimlerde bir “beka” sorunumuz var ise, bu problemin var olmasını sağlayanlar işte bu siyasi ve bürokratik koltuk dolduruculardır…
Farklı networklere dâhil olarak bulunduğu yere emek harcamadan gelenler işinin gereğini yapmayı “risk” olarak görmektedirler…
Çalışılır, iş yapılırsa, üretilirse hata yapma riski bulunmaktadır…
Oysa hiç bir şeye el sürülmez ve “ölü balık” taklidi yapılırsa hata yapılmaz ve koltuklarda bir süre daha oturma imkânı bulunur…
Bu kafayı değiştirmemiz lazım artık…
Ülke de, devlet de büyük ve en tepedeki kişi her konuya ve her alana yetişme şansına sahip değil.
Kendisine emanet edilen makamları, imkânları hakkıyla yerine getirecek, risk almaktan ve hata yapmaktan korkmayacak insanların bulunması ve yerleştirilmesini sağlayacak bir sistemin üretilmesi şarttır…
Yoksa bu seçimi de “beka” sorunun gölgesinde bir şekilde atlatabiliriz ama “piyasa ve kamu karşısında örselenen bireyin” tepkisini dindirmenin yolları giderek azalacaktır…

MODERN KAPİTÜLASYONLAR
Kapütülasyon bir ülkenin kişi ya da başka ülkelere verdiği imtiyazların teknik terimidir…
Genellikle güçsüz ülkeler güçlü ülke ve kişilere bu ayrıcalıkları vermektedirler…
IMF anlaşmaları da tam anlamıyla modern kapitülasyon demektir.
Türkiye IMF ile 52 yılda 19 anlaşma yaptı…
Bu anlaşmalardaki toplam 26 milyar 202 milyon dolarlık kredi aldı ve misliyle geri ödedi…
Küresel yayılmacılığın finans ayağını oluşturan IMF ile ilk anlaşmayı 1961 yılında kendisini anti-emperyalist, ilerici, devrimci olarak tanımlayan askeri cuntanın imzaladığı gerçeğini bir kenara bırakarak esas konuya geçmek gerekli…
Türkiye tüm bu anlaşmalar ile hangi ülkelere, hangi şirketlere ve kişilere ne tür imtiyazlar tanıdı?
Hangi kanunları çıkararak uluslararası güçlere hangi alanları açtı?
Ne yazık ki tüm çabalarıma rağmen anlaşmaların alt bileşenlerini bulamadım…
Zannedersiniz ki olay sadece kredi alıp ödenmesinden ibaret…
Oysa gerçek öyle değil…
Türkiye her anlaşma ile bir sektör ya da alanda kendi yapacaklarından feragat edip ülkeyi açık pazar haline getirdi…
Örneğin yanılmıyorsam ikinci stand-by anlaşmasında 40 yıl boyunca ilaç ar-gesi yapmayacağını ve ilaç üretmeyeceğini taahhüt etti…
Böylece bugün ilacı depoya kilitleyip zammı kapınca piyasaya çıkaran uluslararası ilaç şirketleri ve onların yerli işbirlikçilerine gün doğdu, meydan onlara kaldı…
Somut örnek, Kemal Derviş döneminde alınan son büyük kredi karşılığı 15 adet Türkiye’nin aleyhine, IMF ile hareket eden güçlerin lehine kanunlar hızlıca çıkarıldı…
Bizim de burada sormak hakkımız, neden IMF ile yapılan anlaşmaların karşılığında verilen imtiyaz ve taahhütler açıklanmaz…
Bugün aslında geçmişteki bu büyük hata, ihanet ve gafletlerin sonuçları ile yüzleşmiyor muyuz?
Ak Parti iktidarı kucağında bulduğu pek çok sorunlu sonucun, aslında bu 1446-50 arası ABD ile ve 1961’den sonra IMF ile yapılan anlaşmaların bir sonucu olduğunu kamuoyuna şöyle derli toplu ne zaman anlatacak?