Söylendiğine göre karşı masada yapayalnız oturan, yapayalnız oturup sürekli elinde tutuğu çay bardağına bakan, çay bardağına bakarken dalgın gözlerini bir mıh gibi bilinmez yerlere çakıp duran şu adam aslında bir zamanlar hali vakti yerinde bir tuhafiyeciymiş. Sonra, herkesin aklından bin bir türlü günahın geçtiği yerlerde dolaşmayı seven şeytan, bir gün işte şu karşıda oturan adamın tezgâhını da ziyaret etmiş. Hem de işveli bir kadın kılığında ve hem de kapıdan tam çıkarken şöyle başını yarım çevirip, görüşürüz diyerek. Hayır, hemen o gün tökezlememiş adam; sadece vücudunda bir sıcaklık, kalbinde insana gençlik heveslerini hatırlatan ve artık çıktığı yokuşlardan aşağıya inmesini telkin eden bir heyecan hissetmiş o kadar. Gönül bahçesinin meyveleri olgunlaşınca kadın istemiş adam doldurmuş sepeti, kadın istemiş adam doldurmuş ve bir gün sepete koyacak hiçbir şeyciği kalmamış. Çaycı diyor ki: Kalmaz olur mu hiç, ödenmemiş çekler ve senetler, komşu mağaza sahiplerinden bir süreliğine alınan nakit borçlar yüksek bir duvar gibi çepeçevre kuşatmışlar adamı. Bakmış bu duvarı aşıp evine de dönemiyor, iş arayan oğlanlar misali çıkıp buralara kadar gelmiş. Çaycıya göre, insan bir kere düşmeye görsünmüş, düşünce aklı bir cam gibi şuraya buraya dağılıyormuş…
Söylendiğine göre ana caddedeki şu iki katlı evin ikinci katının pencere önünde oturan, pencere önünde oturup sürekli dışarıyı seyreden, dışarıyı seyrederken sıkça gözlerini ovuşturan yaşlı kadın aslında bir albayın hanımıymış. Şimdi böyle çizgilerle dolu yüzüne, seyrelmiş saçlarına, her bir şeyden şikâyet eden asabi haline bakıp da yanılmamalıymışız. Tek tük de olsa evine misafirliğe gidenler varmış ve o her gidene mutlaka uzun hayatının şahidi aile albümünü sayfa sayfa gösterir, her bir sayfayı da tafsilatıyla anlatırmış. Kadının, bu yaşında ziyaretçilerini şaşkına çeviren berrak bir hafızası varmış. Sadece fotoğrafta görünenleri değil, o fotoğrafın çekildiği şartları, mahalleri, çekenleri, öncesini ve sonrasını da şahsi bir roman gibi anlatıp duruyormuş. Şu arkada gözüken saat mesela, Yazmacı Sokaktaki evin duvarında senelerce onunla birlikte kocasının işten dönmesini bekleyen canlı bir mahlûk gibiymiş. Komşularından birine demiş ki: Saat başlarını o gelmeden önce başka, o geldikten sonra başka vururdu. Komşusuna göre insan bir kere yalnız kalmaya görsünmüş; yalnız kalınca saati de ölümü bekliyormuş…
Söylendiğine göre apartmanların ortasındaki şu bahçeli evde yaşayan, bahçeli evinde yaşarken kadınları kıskandırıp müteahhitleri çileden çıkaran, onların kimi kıskanıp kimi çileden çıkarken, kendisi de çardak altında cümle semte veryansın eden adam aslında bu büyükşehir ilçesinin en eski sakinlerinden biriymiş. En eski sakinlerinden biri mi! Düpedüz yerlisiymiş, hatırladığı bütün cetleri, şimdi artık tanıyamaz hale geldiği bu yerde yaşayıp ölmüşler. O zamanlar burası, Yüz Yıllık Yalnızlık’ın Macando’su kadar bir yermiş işte; hepi topu kırk hane. Ama sonra, bir gömü varmış da onu duyup heveslenmişler gibi, hiç gidip görmediği şehirlerden insanlar gelip köyün düzlüklerine yerleşmeye başlamışlar. Nedense çoğunlukla Doğu’dan geliyorlarmış; önce kendileri, sonra kardeşleri, sonra her birinin karıları, çocukları, yaşlı babaları ve anneleri. Köy, onların yaptığı eciş bücüş, demirleriyle birlikte hep yeni bir kat atılmayı bekleyen apartmanların arasında küçücük kalmış. Gün gelmiş köy de kalkmış ortadan. O küçük dere, meyve bahçeleri, bahar yeşertileri, birkaç ıhlamur ağacından yayılan koku da kalmış apartmanların altında. Müteahhit diyor ki: Bir tek şu, akıl almaz bir inatla koca bahçeyi işgal edip duruyor. Müteahhide göre insan bir kere medeniyete arkasını dönmeye görsünmüş; medeniyete arkasını dönünce bakımsız bir bahçe gibi yabanileşiyormuş…
Söylendiğine göre şu duvarın dibinde her gece köpeğiyle birlikte uyuyan, köpeğiyle uyurken sabah oradan geçenlerin merhamet duygularını kabartan, bir de üstüne üstlük merhametlileri “bu köpeğine sarılarak yatan da kim?” diye meraka sevk eden çocuk meğerse komşu bir ülkeden payımıza düşen savaş hediyesiymiş. Bir gün Arapça bilen birini bulup konuşturmuşlar çocuğu. Bu kolay olmamış tabi; korkmuş, omuzlarını düşürmüş, ellerini birbirine emanet etmiş. Sonra biraz güveni gelmiş de başlamış anlatmaya. Haseke’de, içinde su kuyusu da olan geniş bir avludan, avludaki nar ağacından, ondan kızarmış bir nar koparıp verdiği kız kardeşinden, akşamları tulumbada ellerini yıkayıp yüzünü sıvazlayan babasından, çiçekli giysileriyle hep bir dünya şenliğine benzeyen annesinden bahsetmiş. Savaş hepsini yutmuş bir gün, onu o gece yıkıntıların arasında yıldızlara bekçi yapmış. Tanıdıklar, akrabalar, hayatta kalan kim varsa, eksiklerini yolda saya saya buraya kadar gelebilmişler sonunda. Burada herkes bir yere dağılmış; o da artık aklının hiçbir şeyi almadığı şu dünya boşluğunda, bir gün şu köpeği kendisine sokulurken bulmuş. Her gece yan yana uyuyup, birlikte uyanmaya başlamışlar. Çocuk köpeğini göstererek çevirmene demiş ki; bir gün Haseke’ye dönersek, ona güzel bir yer yatağı yapacağım…