Son sadrazam: Tevfik Paşa

Osmanlı’nın son sadrazamı Tevfik Paşa, 1845 yılında Üsküdar’da dünyaya geldi. Tuna ve havalisi süvari kumandanı Ferik İsmail Hakkı Paşa’nın oğlu olan Tevfik Paşa, Kırımlı soylu ve zengin bir aileye mensuptu. Askeri okula devam etmesine rağmen daha sonra Bâbıâli Tercüme Odasında çalışmaya başlamış, yeteneği ve çalışkanlığı ile kısa zamanda yükselerek elçiliklerde ikinci kâtiplik ve maslahatgüzarlık yapmıştı. 1895 yılında geldiği Hariciye Nazırlığı makamında tam on dört yıl devlete hizmet eden Paşa, hiçbir partiye mensup olmayıp herkesin güvenini kazandığından 1909 yılında sadrazamlığa getirildi. Lakin Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi Paşa’nın sadaretten ayrılarak Londra elçisi olarak İngiltere’ye gitmesine neden oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından Sultan Vahdettin tarafından yeniden sadrazamlığa tayin edildi fakat istediği kabineyi kurmasına rağmen itilafların baskısıyla kısa bir süre sonra makamını Damat Ferit Paşa’ya bırakmak zorunda kaldı. Tevfik Paşa iki yıl âyan reisliği ve Paris Barış Konferansında murahhaslık yaptıktan sonra  21 Ekim 1920’de sadaretten çekilen Damat Ferit Paşa’nın yerine Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı oldu.

‘Okuyup üfleyin Paşam!’

Mütarekenin sıkıntılı günlerinde sadarette olan Tevfik Paşa’nın İtilaf Devletlerinin temsilcileri ve bunların bitmez tükenmez istekleri ile nasıl cebelleştiğini yaveri Ragıp (Akyavaş) Bey’den öğreniyoruz. O günlerde vekiller her gün Tevfik Paşa’nın liderliğinde Bâbıâli’de gece gündüz toplanıyor içine düşülen bu kötü durumdan bir çıkış yolu arıyordu. Kendi derdi ile uğraşan normal vatandaşlar da payitahtın işgali sonucu oluşan dumanlı havayı anlayamıyor, hükümet konağının bekleme salonlarını işgal ediyorlardı. I. Dünya Savaşı öncesi İttihatçıların gazabına uğramış valiler, mutasarrıflar, bürokratlar savaştan sonra gelip Tevfik Paşa’ya feryat ederken babası şehit düşmüş yetim çocuklar annelerinin, ninelerinin kucağında soluğu Bâbıâli’de alıyordu. Yine Paşa’nın çok yoğun görüşmelerinin olduğu bir günde kucağında üç yaşında bir erkek çocukla Edirnekapı’dan geldiğini söyleyen bir kadın, torununun konuşma bozukluğu yaşadığını, Tevfik Paşa’nın okuyup üflemesini görevlilerden ağlayarak istediğini Ragıp Bey anlatıyor (vaktinde konuşamayan çocukların sadrazama getirilip ağzına padişahın mührü hümayununu dokundurmak o devirde adettendi). Görevliler, Paşa’nın müsait bir zamanında ninesiyle çocuğu huzura getirmiş, bir İstanbul beyefendisi olan Tevfik Paşa gelen ziyaretçileri gayet kibar bir şekilde karşılamış, yeleğinin cebinden çıkardığı mührü hümayunu maşallah diyerek çocuğun ağzına üç kez dokundurmuştu. Mühür yöntemi bir işe yaramadığı vakit konuşamayan çocuklara hünkârın yemeğinden arta kalanların yedirilmesi de görülmedik bir vaka değildi.

Fransızlardan küstah istek

İstanbul’un işgalinin ardından İtilaf Devletlerinin elçileriyle yapılan görüşmelerin ardı arkası kesilmiyordu. Fransız Mareşal Franşe Despere, kendisine karargâh olarak Dolmabahçe Sarayını isteyecek kadar dengesini kaybederken, İngilizler savaş sonrası planlarını devreye sokma hazırlığındaydı. Tevfik Paşa, Despere’nin münasebetsizliğini görüşmek üzere bizzat Fransız elçiliğine gitmiş, elçiyle görüşerek başka yer kalmamış gibi sarayı ısrarla istemesinin nedenini sormuştu. Savaşın sorumlularının kendileri olmadığını, daha Balkan Harbinin yaralarını sarmadan devlet içerisindeki bir grup tarafından savaşa dâhil edilen Türk milletinin masumiyetinin aşikâr olduğunu mükemmel Fransızcasıyla ifade etmişti. Açıklamalar karşısında sinirlenen Mareşal ise devletin bu duruma gelmesinin müsebbibi olarak milletin kaderiyle oynayan bu birkaç kişinin neden peşinden gidildiğinden bahsetti ve Paşa’yı suçlamaya kalktı. Yaşı epeyce ilerlemiş Paşa, bu sıkıntılı görüşme sonrası sefarethanenin merdivenlerinden inerken baygınlık geçirdi, imdadına son anda yaveri yetişti.

Sadrazam Tevfik Paşa ne yazık ki böyle bir ortamda memleketi karanlık günlerden aydınlığa kavuşturma çabası içerisinde çalışıyordu. Lakin vatandaşların da dertleri vardı. Yine vekiller mutat olduğu üzere toplantı halindeyken Bâbıâli’nin önünde Terkos köylülerinden yaşlıca bir adam elinde arzuhali ile belirdi. Askerde olan kardeşinin borçlarından dolayı hayvanları elinden alınan bu yaşlı adam Çatalca Mutasarrıfından şikâyetçi olmak için gelmişti. Vekillerin toplantısı akşam geç saate kadar sürmüş, şikâyet için gelen köylü de soğuk havada bu saate kadar beklemişti. Sonunda Tevfik Paşa’yı kapıda gören adam olduğu yerden birden fırlayarak paşanın eteğine sarıldı ve derdini yana yakıla anlatmaya başladı. Yetmişli yaşlarda olan Paşa, soğuk havaya aldırış etmeden vatandaşı dakikalarca ayakta dinlemiş, görevlileri de “Franşe Despere bizim için, Çatalca Mutasarrıfı da onun için mühimdir. O işi de bu işi de görmek bizim vazifemizdir. Yarın sabah o adamın işini görün bana da haber verin” diyerek nazikçe uyarmayı ihmal etmemişti.

Makam hırsıyla hareket etmedi

Tevfik Paşa dürüst, namuslu, gözü tok bir insandı. Sultan II. Abdülhamit devrinin bazı bürokratları gibi mal mülk edinmek için padişahtan istifade etmeyi hiç düşünmemişti. Hariciye Nazırlığını Meşrutiyetin ilanı ile bırakırken kendisine ödenen ciddi miktardaki tahsisatı almamış, halefine bırakmıştı. Paşanın evine gelen fukaraların sayısı çoktu. Yaptığı yardımların bilinmesini istemez, kanaatkâr bir yaşam sürmeye çalışırdı.  Üst düzey görevlerde bulunmuş bir devlet adamı olmasına rağmen kendisine ait bir arabası yoktu. Bindiği araba padişahın dünürü olması sebebiyle saraydan tahsis edilmişti (Sultan Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan, büyük oğlu ile evliydi). Yaşadığı maddi sıkıntılar nedeniyle babasından kalma sur dışındaki bağı ve köşkü satılığa çıkarmış, komşuluk hakkı diyerek ilk teklifini de Rum komşusuna yapmıştı. Paşayla sohbet etmesine rağmen arsa için getirdiği içi para dolu zarfı utancından yaverine verebilen Rum komşu, alım satım vergisini de üzerine almaya çalışmış, lakin paşanın çocukları buna müsaade etmemişlerdi. Altmış yıl devlete hizmetten sonra baba yadigârını satmanın Tevfik Paşa’yı çok üzdüğünü yaveri Ragıp Bey anlatıyor.

Başarıyla sürdürülen Milli Mücadele yıllarında İstanbul Hükümetini temsilen Londra’ya yine Tevfik Paşa gönderildi. Yaşlı ve oldukça hasta olmasına rağmen toplantıya iştirak eden Tevfik Paşa söz hakkı kendisine geldiğinde “Söz asıl milletin vekillerine aittir, binaenaleyh Anadolu heyetine söz verilmesini teklif ve rica ederim” demiş ve yerini Ankara Hükümeti temsilcilerine bırakmıştı. İstiklal Harbinin kazanılıp saltanatın ilga edilmesinden sonra istifa ederek idareyi Ankara hükümetinin temsilcisi Refet Paşa’ya teslim eden Tevfik Paşa, 8 Ekim 1936 yılında hakkın rahmetine kavuştu. Devlet meseleleriyle uğraşmaktan yorgun ve üzgün düştüğü bir anda yakınındakilere “Talihim olsaydı Yahya Efendi Dergâhına daha evvel giderdim” diyen namus timsali bu büyük devlet adamımızın kabri Yahya Efendi Dergâhındadır.