Sol taraftaki şair darbeci mi?

Gezi kalkışması başladıktan bir kaç gün sonra ‘İsyan Panayırı’ başlığıyla bir yazı yazmıştım. Yazı herhangi bir hakaret içermiyordu. Taksim meydanına gitmiş, meydanın o perişan halini görmüş ve izlenimlerimi kaleme dökmüştüm. Mutsuzların, Türk olmayanların, bu topraklara karşı garip bir nefret duyanların, kendinden memnuniyetsizlerin, serüvencilerin, birkaç günü çadırda geçirmek isteyenlerin, örgütçülük oynayanların toplaştığı biçimsiz bir kalabalık doluşmuştu meydana. Gerçekten de ne istediklerini bilmiyorlardı, neye karşı olduklarını da. Yazıyı şöyle bitirmiştim: “Tarlasını sulamaya giden rençperler, sabahleyin kapısını duayla açan çarşı esnafı, kızları akşam eve biraz gecikti diye telaşa kapılan anneler, mahalle arasında futbol oynayan çocuklar, uzun yol şoförleri, ezana durmuş müezzinler, parkta oturmuş ülkesi için dua eden yaşlı kadınlar, (…) yorgun argın eve dönen memurlar ve cümle ahali, akşamları televizyonlarının başına geçip şaşkınlıkla Taksim’deki isyan panayırını seyrediyorlar, biliyorum. Biliyorum ki onlar şaşırmazlar, biri pusulayı bozmaya yeltendiğinde hemen göğe çevirirler yüzlerini. Meslekleridir, yoldan çıkanı yürüyüşünden bilirler.”

Yazdıklarım sol cephedeki edebiyatçı arkadaşlarımın canını sıkmıştı. Sosyal medya üzerinden yazımı paylaşıyor, benimle usulünce ilişkilerini koparıyorlardı. O günlerden sonra, aramızda evvelden beri dostluk bulunan birkaç arkadaşım kaldı, hâlâ konuşmaya devam ettiğimiz. Gezi’de yaşadığım kişisel deneyimden ötürü 15 Temmuz işgal hareketi sırasında ve sonrasında onların nasıl tepkiler vereceklerini merak ettim. İlki ikincisiyle kıyaslanmayacak kadar lokal bir hareketti, arkasında kimlerin olduğu ve ne amaçla yapıldığı şaibeliydi. Avrupa – Amerika basınının olaylara bakışı kuşkuyu daha da artırıyordu. CNN canlı yayınla hadiseyi bütün dünyaya duyuruyor, Gezi’den Ukrayna’nın ‘Turuncu Devrimi’ne benzer bir sonuç çıkacağı umuluyordu. Meydanda toplananların hiç değilse bazıları Batı’nın beklentilerinin farkındaydılar. Piyano çalıyor, konserler veriyor, ‘uygarlığın değerleri’ni temsil ettiklerini gösteriyorlardı. Tuhaf tarafı, emperyalist Batı’dan nefret ettiğini söyleyen bazı sosyalist şairler de bu disiplinsiz kargaşanın bir devrimin ayak sesleri olduğuna, kırmızılı kızın, üzerine su sıkılırken verdiği pozdan sosyalizm çıkacağına inanıyorlardı. Türkiye’nin en büyük gazetesinin sosyal medya hesabı büyük bir moral savaşı veriyordu, Türkiye’nin en büyük kapitalisti de öyle. Soldaki kalem sahipleri, ülkelerinden, seçilmiş iktidardan öyle nefret ediyorlardı ki batının nezaretindeki bir sivil darbe hareketine bütün varlıklarıyla destek verdiler.

Öyle anlaşılıyor ki 15 Temmuz’da, Gezi olaylarında ‘kırmızılı kadın’ fotoğrafıyla başarılamayan sivil darbenin, bu kez bazı ‘haki adamlar’ tarafından gerçekleştirilmesi arzulanmıştı. Soldaki şair ve yazarların ideolojilerinin doğal sonucu olarak, bu darbe girişimine karşı durmaları ve halkın yanında yer almaları gerekiyordu. Ama hemen hepsi garip bir sessizliğe büründüler. İçlerinden bazıları, bir kaç cılız açıklamayla durumlarını kurtarmaya çalıştı, bazıları da ‘darbeye de darbe sonrasında yaşanan linç girişimine de karşıyız’ türünden tuhaf bir basın açıklaması yaptı. Muhalefet partisinin Taksim’de ayıp olmasın diye gerçekleştirdiği mitingde, birkaç kardeşlik türküsünden sonra sahneye çıkıp halka seslenen Ataol Behramoğlu, sanki hiç darbe girişimi yapılmamış, kimse öldürülmemiş gibi davranıyordu. Konuşmasında kendisini tankların önüne atanlar yoktu. Halkçı şair, yaşananların en sevindirecek yanının, tanktan çıkarılan askere polisin sarılması olduğunu anlatıyordu kalabalığa. Onu dinlerken, aslında asıl üzüntüsünün ‘doğru darbeciler’ aracılığıyla bir darbeye girişilmemesinden kaynaklandığını düşündüm. Belki de soldaki şair, darbeye karşı olmak bir yana, yanlış darbeci işbaşı yaptı diye kızgınlık içindeydi. Kızgınlığının daha önemli bir sebebi de Gezi’de suç ortaklığı yaptığı küresel rejim mühendislerine, büyük bir halk hareketiyle ‘hayır’ denilmiş olmasıydı.

Bu ülkede, sürekli Kemal Tahir’in kapısını çalmamızı gerektiren olaylar vuku buluyor. Tahir, birkaç yerde, bedeli ne olursa olsun Batı’nın hizmetinden çıkmadıkça başımızın beladan kurtulamayacağını söylemişti. Şunu da söylemişti: İster gönül rızasıyla isterse mecburen olsun, Batı’nın istek ve çıkarlarına göre hareket eden her aydın batının casusudur. Gezi olayları, liberallerin, solcuların, her türden lümpenin Batı için işbaşı yaptığı lokal bir kalkışmaydı. 15 Temmuz ise, Amerika’da yaşayan bir ‘casus vaiz’in, askeri, siyasi, bürokratik kadrolar yoluyla giriştiği, askeri görünümlü bir işgal hareketi. Her ikisinde de ‘harekât merkezi’ aynıydı; ilki başarılsa ikincisine gerek kalmayacaktı. 15 Temmuz’dan sonra soldaki şair, Türkçe yazan etnik bir kişiye dönüştü. Tankların önüne çıkanları düşündükçe, kan beynine fışkırıyor. Hep direndiğini zannediyordu; ilk kez gerçek bir direniş gördü çünkü…