Size tabutumdan bildiriyorum…

Takdir edersiniz ki tabuttaki adam konuşmaz. Ve yine takdir edersiniz ki, tabuttaki adam mezarına konulup üstü toprakla örtülünceye kadar hâlâ bu dünyada, bizimle beraberdir. Onu cenaze evinden cami avlusuna götürürken, musalla taşına uzatıp başında beklerken ve oradan ebedi yurduna uğurlarken içimizde hem bir istek hem de tuhaf bir tedirginlik vardır. Tabut, bütün güzergah boyunca içindeki kişi konuşacakmış gibi yol alır. Son bir gayretle tahtaları tıkırdatıp aramıza geri dönmek isteyenlere dair hikayeleri siz de duymuşsunuzdur; ben henüz böyle bir mucizeye rastlamadım. Yine de insan bazen bir mucize hayal eder.

Sinema aşığı gençlerin kısa yoldan yönetmen olabilmek için kısa film çekip durduğu yıllarda yanıma bir tabut alıp, tanıdığım kim varsa kafamdaki harika senaryoyu konuşmaya başlamıştım. ‘Bay Yönetmen Adayı’nın gönlünü çelebilmek için, kameranın hareketini bile özenle tarif ediyordum. Diyordum ki: Bir mezar düşün, kamera önce mezarın taşına, sonra bir cephesine odaklanıyor ve birden ruh havalanır gibi yavaş yavaş havalanıyor, tam tepedeyken aynı hızla bu kez diğer cepheye doğru iniyor. Mezarın diğer cephesi boydan boya LCD ekranla kaplanmış; altındaki rafa da kara tahta silgisi gibi bir kumanda iliştirilmiş. Düğmeye basınca, ölü, dünyadayken hazırladığı klas bir metni okumaya başlıyor. İlk cümlede tabii ki bir devrim liderinin edası var: Size mezarımdan bildiriyorum…

Bu ‘mezardan bildiri’ maalesef hiç bir zaman okunamadı. Okunamadı çünkü aklı bir karış havada ve bilmenizi isterim ki aynı zamanda hovarda olan sinemacı çömezlerden bazıları, bir bahaneyle sözü başka yerlere çekti; bazıları bıyık altından güldü; açık sözlü bazıları da ölünün konuşturulmasını fazla klişe buldu. Hevesim bir montaja gerek kalmadan söndü gitti. Bir gün bir arkadaşım, gözden kaçmış ama aslında dünyanın en güzeli olan kitapları çevirtip basacağı bir yayınevi kurdu. İlk kitap iyiydi, sonraki de, ondan sonraki de. Her kitap bittiğinde arıyor, ‘sırada ne var?’ diye soruyordum. ‘Sen’ dedi bir keresinde, Latin Amerika Romanı’nın gizli başyapıtını biliyor musun? Matbaada pişiyor.’ Elbette külyutmaz bir okurum. İlk üç zarı iyi geldiği için, kendimi bir yayıncının mübalağasına kaptıracak halim yoktur. Önemsemiyormuş gibi yaptım: ‘Hele çıksın, okuyalım, fikrimizi söyleriz.’ Tahmin edeceğiniz gibi Machado de Assis bir kaç gün sonra, tahtalarını çaktığı tabutla beraber çantamda geziyordu. Yanında da bir zamanlar sivilceli yönetmen adaylarının öldürdüğü hevesim vardı. Latin edebiyatının gizli başyapıtının kahramanı Brás Cubas, ne hikmetse öldükten sonra kalemi eline alıyor ve başından geçenleri tabuttan mezara giderken şöyle bir karalayıveriyordu. Gönlü bol Cubas, ‘Mezarımdan Yazıyorum’un girişine bir ithaf kondurmayı da ihmal etmemişti: “Etimi kemiren ilk kurda…”

Sivilceli yönetmen adayları burun kıvırsa da, edebiyat benim şu kısa film senaryomu kaşıyıp duruyor hâlâ. Çok değil, bir ay önce Mustafa Kutlu’nun, “Sevgili Ali Ayçil’e, muhabbetle…” imzaladığı ‘Hesap Günü’, yazarından hiç beklemediğim bir sürpriz yaptı bana. Okumaya başladığımda anladım ki, çantama bu kez bizden bir tabut uzatılmış ve Bay Arif Bedir Bey, musallada konuklarını kabul ediyor. Kutlu, merhametli bir kalemdir. Machado de Assis gibi, hikayenin bütün yükünü hayattayken zaten yeterince yorulan kahramanının üzerine yıkmak yerine, tam Arif Bey’in kefeni terleyecekken araya girip taze ölüsünü dinlendirmek istemiş. Daha baştan söyleyeyim: Cami avlusunda bekleyen bir taşra cenazesi değil; ağıtlar, ağlayışlar, tabuta sarılmalar yok. Acele işleri olan, cenaze töreni sırasında da iş konuşup iş düşünen ve içlerinden ‘görevimiz bir an önce bitse de gitsek’ diye geçiren insanların ortasında duruyor ölüm. Duruyor ve hayattayken tanıdığı, ortaklık kurduğu, ihanetlerine uğradığı arkadaşları hakkında cömert ifşaatlarda bulunuyor. Machado de Assis’in kahramanı Brás Cubas gibi, Bedir Bey’de kent soylu biri; ticaretten siyasete uzanan engebeli bir yolda yürümüş, parayı ve bürokrasiyi tanımış, insanı tecrübe ederek yaşlanmış. Bu yüzden tabutta konuşan adamı can kulağıyla dinleme ihtiyacı duyuyoruz. Musalladaki Bedir Bey, ölümünden bir parça çalarak yaptığı konuşmayı şu sözlerle noktalıyor: ‘Heeey! İnsanlar! Nereye gidiyorsunuz?’

Joaquim Maria Machado de Assis’in romanında, Mustafa Kutlu’nun hikayesinde konuşturduğu ölüyü ben de bir kısa film senaryosunda konuşturabilirim pekala. Düşünün, kentte, servilerin gölgelendirdiği bir mezarlık var. Kamera, çiçekleri henüz dikilmiş bir mezarın önce mermerindeki isme ve ölüm tarihine odaklanıyor, sonra bir kavis çizerek rahmetlinin vasiyeti gereği bütünüyle lcd ekranla kaplanmış cepheye geliyor, orada öylece bir süre bekliyor. Bir el ekranın altına iliştirilmiş kumandanın tuşuna basıyor. Kısa bir karıncalanmanın ardından bir adam başlıyor konuşmaya. Aslında yıllar önce akıllarını çelmeye çalıştığım genç yönetmen adaylarına da söylemiştim. Böyle bir kısa film, ancak adam klas bir nutuk çekerse başarılı olabilir. Klas bir nutuk! Dünyada geçirdiğimiz günler hakkında! Bir kısa filme sığacak kadar kısa. Vel Asr…