Yoksa hiç mi görünmesin? Hep ortalarda hem var hem yok bir duruş mu sergilesin? Aslında bir eş nasıl olur, ideal sayılanı herkes için aynı mıdır?
“Ruh ikizi” deniliyor, öyle bir şey mümkün mü bilmiyorum. Kısmen kendini kandırmaya açık oluyor insanlar. Yıllar geçtikçe eşlerin birbirine benzediği doğru. Çok fazla benzerliğin sıkıcı olması da gayet anlaşılır. Eşlerin ortak alanları dışında kendi bireysel zevk ve eğilimlerini geliştirme çabası içinde olmaları gayet insani, aynı zamanda evliliğe de nefes aldıran bir tutum. Evlilikte eş, “eşit fakat farklı” yol arkadaşı demek. (Kimileri bütünleşme adına “ötekinin varlık potasında kendini yitirme”yi övgüye değer buluyor, bunu bir aşk tarifi olarak kabul edenler de var).
Özellikle siyasette hoyrat bir görünme baskısına maruz kalıyor eşler. Çocukluğumdan kalan bir fotoğraf var aklımda. Babamın arkadaşı olan bir CHP Erzincan milletvekili, Ecevit çiftiyle fotoğraf vermek için karısını başörtüsünü çıkartmaya zorlamıştı. Çok yadırgadığım bu örneğe daha önce de bir yazımda değinmiştim. Kadının bakışlarındaki panik ifadesi içimde bir sızı duyurmuştu o yaşımda.
Siyaset sahnesi çeşitli açılardan zorlu bir sınav yeri, siyasetçi eşi olarak kadın için. Kendisi olmaktan tamamen vazgeçip siyasetçinin eşi rolüne uygun hareket etmesi beklenir. Olcay Baykal gibi ortalıkta görünmediğinde de laf söz eksik olmaz, Emine Erdoğan gibi eşiyle veya tek başına katılımlarıyla fotoğraf verdiğinde de. “Olcay sepet mi ki kolumda taşıyayım?” diye sormuştu Baykal. Beri taraftan sürekli ve özel alanı kısıtlayarak sürdürülen siyasette görünürlük kişilerin elinde olmayabilir de… Çoğu kez siyasetçi eşi olarak kadın, hayat arkadaşının çizgisine yönelik muhalefet yüzünden de acımasız yakıştırmalara maruz kalıyor. Sahi, bu konuyu kurcalarken siyasetçi eşini hep “kadın” olarak düşünüyoruz, genellikle böyle çünkü, istisnalar olsa bile.
Semiha Yıldırım az çok hakkında fikir yürütebileceğim bir siyasetçi eşi. Aynı kasabada doğduk. Babası Salim Yıldırım, ilkokulda öğretmenlerimizden biriydi; saygıyla hatırlıyorum. Ben ilkokula başladığımda Semiha Yıldırım yatılı öğretmen okulu öğrencisiydi, ama bahsini duyardım. İnsanlar onu hep iyilikleriyle anıyorlar. Fakat işte artık başbakan eşi ve eskiden kameralara mesafe koyabiliyorken şimdilerde ilgi odağı haline geldi. Daha doğrusu, başbakan eşine dönük çeşitli tepki ve sorgulamalar nedeniyle kolay bir hedef olarak görüldüğü söylenebilir. Uruguay Cumhurbaşkanı’nın modaya meydan okuyan tarzı yere göğe konulmazken, Yıldırım’a yönelen yakışıksız ifadeleri nasıl yorumlamak gerekir? Gardırop modernleşmesi aklımızı başımızdan almış. Semiha Hanım geçen yıllar içinde istese bir uzmanın yardımıyla ortalama veya göz alan bir şıklığa sahip olabilirdi. Bunu tercih etmemesini “zevksizlik” olarak yorumlamak çok sıradan bir yargı olur. Kendi görünüşüyle barışık, mütebessim bir çehreye ve aydınlık bakışlara sahip bir kadın, söz konusu olan.
Kaldı ki hangi giyim tarzından hareketle giyim kuşamının yargılandığı da önemli bir soru. Birine verdiğimiz önemi bize dayatılmış zevk kalıplarının kıstasına terk etmek ne acı bir fukaralıktır! Moda imajlarına uzak duranın –Boby Sayyid’in “Fundamentalizm Korkusu”nda geçen ifadesiyle- Batı merkezlerinden yayılan makbul kadın estetiği üzerinden “daha az kadın” olarak tanımlanıyor olması bunun önemli bir sebebi. “Daha az kadın” olarak gösteriliyor; çünkü geçerli imajların ötesinde bir yerde, kendi tarzının zemininde mevcudiyet buluyor. Bu durumda üzerine yürüyen hafife almaya dönük hitapların en hafifi, “teyze” oluyor. Denilebilir ki ne önemi var, “teyze” diye seslenilecek çağda değil mi? Benzeri hitapların yaralayıcı bir darbe indirme amacıyla kullanımı, hayatı kıt kanaat okumalarla idare edebileceğine güvenen yavan zihin yapısından bağımsız görülemez.
“Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin” diyor ya şarkı… Şarkıda geçen şarkıda kalıyor. Güzellik nedir, ahengi oluşturan hangi sebeplerdir, bunları düşündüğümüzden değil, düşünmeye zaman ayıramadığımız için egemen estetik endüstrisi havzası dışında kalmayı tercih eden bazen şaşırtıyor bizi bazen öfkelendiriyor. Kendine özgü olanı keşfe izin vermeyen, kendine özgü kalmakta direneni ise muhasara altına alarak teslim olmaya zorlayan bir endüstri, sözünü ettiğim. Bahane veya şiar “güzellik” ise kim Kandinsky’nin yargılarını hafife alabilir? “İçsel bir ruh zorunluluğundan kaynaklanan şey güzeldir, içsel olarak güzel olan şey güzeldir” diyor, yeni sanatın başlangıcında yer alarak resim alanında çığır açmış olan sanatçı. Özellikle kadınları dolaşımda olan “prezantabl” imajlar açısından baskı altına alan bir söylem ise, tornadan çıkmış gibi bir örnek görünümleri yüceltiyor. Kim, nereye kadar direnebilir bu baskının her türlü yapıyla haklı gösterilen taleplerine? Sözde “bakım” veya “estetik” iddiaları altında yayılan bir sistemin makul kılınması, insan olarak yüzeyselleşmenin, dolayısıyla yoksullaşmanın bir sebebine dönüşüyor.
Semiha Yıldırım örneğinin ötesinde bir önem kazanan asli soru sanırım şöyle olmalı: Bir kadın neden zevk ve eğilimlerini kocasının iş çevresinin taleplerine göre değiştirmek zorunda olsun? Bu şekilde bir değişime kendini açtığında sahip olduğu birikimleri heba edeceği endişesini yabana mı atmalıyız? Diyarbakırlı dostum Mine Çelik, kadınlar olarak “ben mahremiyeti”nden yoksunluğumuzdan söz etmişti. “Ben bilmem, eşim, babam, kocam, şeyhim bilir…”
Eş olmak, özdeş olmak değil, bunu kabullenmemiz gerekiyor. Semiha Yıldırım kendi dünyasına sahip, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş bir kadın. Hayat felsefesi, adeta bir meslek gibi kişiyi kendi gündeminden eden siyasetçi eşi profiline indirgenmeye izin vermeyebilir pekâlâ. Bir imaj satın alınabilir hoş, ancak aydınlık ve sevecen bakışları kimse kimseye ısmarlayamaz, kendi iç dünyasının biriktirdiği iyi niyetler ve karşılık beklemeyen hizmetler hazinesi dışında.