Seyyit Han ve adalet

Yeni miladi yıl kanlı bir çentikle başladı, hemen sonra kar yağışı acele bir bildiri gibi kapladı gündemimizi. Birden bastırdı kar İstanbul’da, önemini kavrayamadığımız bir dersi baştan alma gereğini hatırlatır gibi günlerce yağdı. “Elhan-ı Şıta” layıkıyla okunmasa da, hatırlama sebebi oldu kar.

Uçsuz bucaksız kar, çocukluğumun oyunlarının bahçesi. Benliğimin derinliklerinde bir Sibirya sürgünü saklıymış gibi gelir bana. Bir gece vakti sakalı buz tutmuş olarak kasabaya ulaşan kaçakları konu alan hikâyeler elbette yer tutuyordu toplumsal hafızada: Sibirya’ya düşmemeye çalışan Kafkasyalılar. Stalin, sosyalizm görüntüsü altında hedeflediği kalkınma için milyonlarca insanı katletmekte tereddüt etmemişti. Kar yığınları İrkutsk’ta Sovyetlerin insanlık suçlarını bir yere kadar örtebildi.

Bu cümleler sofa konuşmalarından ulaşırdı bana, Refahiye’de çocukluğumu geçirdiğim evde. Kadınlar orada toplanır ve o haftaki filmden söz ederlerdi. Adalet savaşçısı kahraman, övgülere mazhar olurdu. Yılmaz Güney Seyyit Han’dı, Cüneyt Arkın Köroğlu’nun ta kendisi.

Yaz-kış demeden sinemaya giderdik; hafta sonlarında çoluk çocuk ve geceleri de maaile. İki sinema salonu vardı kasabada, sürekli faaliyet gösteren salon askeriye lojmanlarına yakın bir yerdeydi.  Annemin uzak akrabası Piltan Teyzeye ait olduğu için özel muamele gördüğümüz salon ise bazen film gösterimi için düzenlenen bir modern değirmendi. Alt katında fırın vardı.

Seyyit Han’ı bir yaz günü izlemiştim, askeriye lojmanlarının yakınlarında bulunan sinema salonunda. Yılmaz Güney uçsuz bucaksız kar örtüsü içinde yol alıyordu. Sevdiği kıza ulaşma mücadelesinin yolculuğuydu bu. Geriye döndüğünde ise mutlu sona ulaşamayacaktı. Yeşilçam klişelerine başkaldırının filmidir Seyyit Han (1968); yıllar sonra yeniden izlediğimde, zihnimde yer tutmuş kadrajlara bir kez daha hayran oldum. Son derece zor şartlar ve teknik imkânsızlıklar içinde çekilmiş film, yasakçı sisteme karşı bölgenin gerçeklerini açtığı için de önemsenmesi gereken bir yerde duruyor. Söz gelimi film ilk kez sansüre takıldığında öne sürülen gerekçe, başroldeki kadın oyuncunun adının “Keje” olmasıdır. Binlerce Keje vardır Türkiye’de oysa. Yokmuş gibi yapmanın bir olguyu ortadan kaldıramadığını da anlatır bize Seyyit Han.

Kendi hayat pratiği içinde gözlemlediklerini düşünsel çerçevede sunan yönetmen, ağa (veya Bey) hegemonyasının yanı sıra buna bağlı olarak kadınları dilsiz kılan kültürü de sorgulamaya açıyor bu filmde. Aslında sadece bu yönü bile onu başka zaviyelerden ele alıp değerlendirmenin elzem olduğunu ortaya koyuyor. İzlediğim ilk Yılmaz Güney filmi, Kızılırmak Karakoyun’du. Tabii yönetmeni Lütfi Akad bu filmin, ama biz yönetmen üzerinden konuşmazdık filmleri o dönemde. Üçüncü bir Yılmaz Güney filmi dendiğinde ise aklıma yatılı okuldayken izlediğim sol çevrelerin çok tuttuğu sınıfsallığı baskın Arkadaş gelir.  Cezaevi yıllarında yapılan Sürü, Yol… Hiçbiri Seyyit Han kadar sahici gelmemişti.

Seyyit Han’ın hikâyesinde bir fevkaladelik yok gibidir ilk bakışta. Delikanlı elbet yoksul, Keje’yi seviyor, kız da onu seviyor; ama düşmanları var Seyyit Han’ın.  Düşmanlarından kurtulmak için Keje ve –kendisinin de arkadaşı olan- ağabeyinin rızasıyla gurbet yollarına düşüyor. Yedi yıl süren yolculuğu sırasında düşmanlarından tek tek kurtulmayı başarsa da hapse mahkûm oluyor. Köyüne döndüğünde, Keje’nin kendisini öldü sanan ağabeyinin kız kardeşini köyün ağasıyla evlendirmek için söz verdiğini görüyor.  Seyyit Han’ın dönüşü üzerine Keje heyecanlanıyor, umuda kapılıyor, ancak Haydar Bey’e verdiği sözden dönemeyeceğini belirten ağabeyine karşı çıkmıyor.

Uçsuz bucaksız kar yığınları arasında yol alan Seyyit Han sanki okyanusları aşan Ulysess’tir. Yolculuğu Ulysses’in yolculuğunu hatırlatıyor, ancak denizin yerini kar dalgaları almıştır ve sevdiği kız başka biriyle evlenmeye hazırlanmaktadır. Filmin sonlarında büyük bir acı bekliyor Seyyit Han’ı: Evlendiği kızın onu hala sevdiği gerçeği karşısında gazaba gelen Haydar Bey, Seyyit Han’ın Keje’yi öldürmesine yol açacak bir tuzak kuruyor.

Neredeyse otuz beş yıl sonra seyrettiğimde, 2003’tü sanırım, yıllarca rüyalarıma giren kar ıssızlığının bu filmin sahnelerine ait olduğunu fark etmiştim. Hiç tipide yürümediğim için değil. Fakat Seyyit Han’ın bir başına yürüdüğü uçsuz bucaksız soğuk beyazlık, dramın etkisiyle gerçeğine göre daha ürpertici gelmiş olmalıydı. Adalet arayışı içindeki insanın yalnızlığı başka nasıl bu denli etkileyici anlatılabilir?

Yılmaz Güney’in içerik ve teknik açılarından Yeşilçam’ın egemen kalıplarının dışına çıkan filmlerinden ilki, Seyyit Han. 1960’lar bir bakıma Yeşilçam klişelerinin kırıldığı yıllardır. Metin Erksan’ın su ve arazi anlaşmazlıklarını irdeleyen, başrolünde Hülya Koçyiğit’in oynadığı (Necati Cumalı’nın aynı adı taşıyan öyküsünden uyarlanan) Susuz Yaz’ı (1963) bu bağlamda önemli bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Erksan filmde toprağın itaatkârlığına karşılık suyun asiliğini işlemek istediğini belirtmişti. 60’ların klişeleri kırarak başka bir yol açan filmlerinden bir diğeri, Ah Güzel İstanbul(1966)’dur. Yeşilçam sinemasını halkın beğeneceği hikâyelere ve üsluplara açmaya çalışan Ayşe Şasa’nın önemli katkısıyla film, aktarmacı modernizmin toplumsal bünyemizde meydana getirdiği hasarları kurcalayan bir kara komedi. Türk sineması, modernizmi kültür ve topluma yerleştirmeye çalışan bir kanal olmanın ötesine geçerek, sahici bir varlık kazanmaya çalışıyordu.

Seyyit Han bir ara dönem filmidir. Bu sebeple belki de, sahih ve durudur.  Kurtuluş Kayalı’nın -Ayşe Şasa’ya da ithaf ettiği- “Yönetmenler Çerçevesinde Türk Sineması” kitabında belirttiği üzere “sonrakilerle öncekiler arasında önemli bir halkadır” Yılmaz Güney sinemasında. Gösterime girdiği yıl Arjantin’de Octavia Gettino ve Fernando Solanas tarafından bir manifestoyla duyurulacak olan Üçüncü Sinema özelliklerine yakın olduğu söylenebilir: Mevcut sinema anlayışını değiştirmeye çalışıyor. Seyirciyi gösterim sürecine katmaya çalışıyor. Aktif bir seyirci Talep ediyor, Üçüncü Sinema.

Güney, Yeşilçam klişeleriyle yetinmeyerek sinemasını gerçekleştirme yönünde önemli bir adım attı bu filmle, ancak aynı çizgiyi sürdüremedi.  Gerçekliği 1970’lerde daha da sertleşen ideolojik kamplaşmaların diline teslim etmesi, dahası sinemasının gerektiği ölçüde hakkaniyetli bir şekilde değerlendirilememesinin sebebi de bu.

Hayatta aldığım zor ilk derslerden biridir, Yılmaz Güney’in işlediği cinayet. Sanat eseriyle sanatçı arasındaki mesafeyi düşündüren ilk örnekti belki de… Adalet savaşçısı olduğunu öne sürmekle adil olmak her zaman aynı şey değildir. Bir de şu soru vardı: Uçsuz bucaksız karın örttüğü nice zulüm Sibirya’da gerçekleştiğinde niye görülmüyor?

Hatayı önce kendi ideolojinin katliamlarında aramadığın takdirde gerçekleşebilir bir şey değil adalet.  “Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için” diyor ya Furuğ… Bizi sadece adalet onarırdı, rüyama giren kar yığınları bunu söylemeye çalışırmış; daha açık seçik görüyorum şimdi.