PR Osmanlı döneminde bir esnaf olsaydı, esnafın pîrî bizzat melun şeytan olurdu. Kaç parmağı var bilemiyorum, ama her birinde bin marifet var. Yalan dolanla seni çekiyor, banka gibi nakit veriyor, “hadi gel, size özel kolaylık sağlarız” diyor, sonra ömür boyu ödeyip de bitiremeyeceğin kredi kilitliyor. Küçük harfleri bir şekilde gizliyor, yüzüne güzelce tebessüm ediyor, sen de sözleşmesine imza atıyorsun.
Şeytan Holding sadece kredi değil, her türlü hizmet satar. Tam da seni kandıramayacağını düşündüğün zaman, farkına varmadan pençesine düşersin. Dün haram bildiğin şeyleri, “mazaallah” dediğin, “günah” diye işleyene başını sallayarak istiğfar getirdiğin işler artık gözünde biraz yumuşar. En kötüsü de hâlâ kendini dört dörtlük bir mü’min sanman.
Kendim ve etrafıma da bakarak birkaç örnek vereyim:
Bankacı şeytan sana kredi teklif ediyor, maaşının artışını görmüş, tavlamış bir şekilde. “Nakit lazım değil, şu an ayağımı yorganıma göre uzatıyorum” desen de kabul etmiyor. Bak size özel, hadi al, lazım olur; yeni araba, köy evi, yazlık, en azından mobilya…
Bir yandan da kurnazca davranarak görev veriyor; ödemesi peşin, çabucak bitirirsin. Yetiştiremediğin için yarım yamalak yapıyorsun. Düne kadar işini yarım yamalak yapanları eleştiren sen, sayesinde eleştirdiklerinden on kat kötü olmuşsun. “Bak yine de benden başka kimse bu kadar güzel yapamaz” diyerek kendini teselli ediyorsun. Sonra sırtına bu kredi yükü ile öyle güzel bir semer takıyor ki, altından kalkamıyorsun.
Seni kredi teklifiyle tavlayamazsa, makam mevki teklifiyle geliyor. Bu da bir kredi… Makamının sorumluluklarını yerine getirirken, elinde hediyeyle çat kapı biri geliyor. Sebepsizce… Yemek, sonra bir kutu, içinde altın veya… eczacılık sektörünün doktorlara yaptığı gibi, beş yıldızlı bir otelde seminer, ikramlar, eğlenceler, yemekler, bir de zarfın içinde biraz harçlık…
Karşılığı ise bu şirketin ilaçlarını hastalara bol miktarda yazmak. Yani, zaten hastalarına ilaç yazacaksın, neden olmasın? Ne kadar cömert, ne kadar saygılı olduğunu düşünürken, hiç fark etmeden bir eczacılık/ilaç fabrikasını sırtında taşırsın.
Aklıma Asr-ı Saadet’ten bir rivayet geldi. Sahabelerden biri Yemen’e zekât toplamaya gitmiş, döndüğünde de “Topladığım zekât bu, bir de oranın eşrafı bana bunu hediye olarak bağışladı” demiş. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’de bunun üstüne: “Burada otursaydın, bu hediyeyi alır mıydın?” diye sormuş. “Tabi ki almazdım” demiş. Toplanan zekâtla birlikte aldığı hediyeyi de devlet hazinesine teslim etmiş. Yani, sahabe devlet memuru olmasaydı, kendisine bu hediye verilmezdi. Devlet memuruna, doktora, öğretmene, akademisyene, savcıya, hâkime, polise verilen hediye rüşvetin lakabı oluyor.
PR’ın pîrî olan da hediye dedirtiyor rüşvete. Adam namazında niyazında, oruç, hac, zekât, her şey yerli yerinde, fakat PR’cının atına bindikten sonra eskiden günah bildiğini farklı görüyor. Artık, eskisi gibi katı değil, esnemiş tecrübe sonucu. İbadetlerine devam ederken, makamın getirdiği avantajlardan istifade ederek günaha dalıyor. Sonra bu Holding sahibi PR’cı tekrar geliyor, “Bak, şimdi çevren var, imkânların var, bugün yarın sen bu fani dünyayı terk edeceksin, evlatlarına mal, mülk, iş ne bırakacaksın? Müslüman girişimci olmalı, çevrene bu işle, otelle, restoran zinciriyle veya alışveriş merkeziyle en iyi hizmeti sen verebilirsin. İçin de mescid olsun da sahibinin dindar olduğu bilinsin.
Bu bir şeytan olamaz diyorsun. Mescid bile öneriyor. Bu ruhanî bir ilham, büyük bir zatın himmeti deyip makamının sağladığı imkânlardan istifade ederek girişimciliğe başlıyorsun. Bir iki ihale, üç beş havale, elveda helale…
Bir de sen bu arada namazını, niyazını, orucunu, zekâtını, hac vazifesini hiç terk etmemişsin. Sorumluluğun, makamındaki işler seni çok yoruyor, hafta sonları kaçmak için doğada bir köy veya dağ evine ihtiyacın var. Yazın da deniz kenarında bir ev. Çalışanların haklarına gelince, şimdi artık vergi ödeme yükümlülüğü, sigorta falan üstüme düşmez diyorsun. Maaşlar da piyasaya uygun, avam azmasın diyorsun. Senin niyetin iyi… Kendine göre sen sapmamışsın. Seni birileri yoldan çıkartmış. Nerede o eski günler, o kiralık tek göz evde geçirdiğin günler, içtiğin çayın helal olup olmadığına dair endişelerin?
Eskiden günah işleyen kişiler geliyor aklına, mahallenin sarhoşu mesela. İçtiği rakıya helal dememiş, evine götürmemiş. Peki ya neden o mel’un şeytan bu mahalle sarhoşlarıyla, kumarbazlarla, hayat kadınlarıyla uğraşmaz, yaptıklarına helal dedirterek dinden çıkarmaz da, samimi Müslümanlarla uğraşır? Banka gibi, züğürtle uğraşmaz da ondan.
Kendimi de çevremi de tarih ve hatıratları okurken geçmişi de dikkatle inceliyorum. Canımı acıtan adaleti izliyorum. Şeytanla gelmiş, şeytanla gider derler bizde. Kaybettiklerindeki çaresizliklerine acıyorum. Gayr-ı Müslim hakkı Gayr-ı Müslime döner. Damatlara, gelinlere, torunların damat ve gelinlerine… Helâl olmayanı alanın üstünde bir kefen, bir de semerinde günahlardan başka bir şey kalmaz. Allah’ım, beni PR’ın mucidiyle kankalaşmaktan koru, bana da ona da fırsat verme, zayıfım, beni kolaylıkla ikna eder. Harun Er-Reşid ile Behlül-i Dana arasında tercihim “Behlül” kalsın.