Evimin hemen bitişiğinde küçük bir park var. Köşesine hayvan severler tarafından ahşap bir kedi kulübesi yerleştirilmiş. İri bir ıhlamur ağacı ve her mevsim muntazam olarak çiçek açan iki can eriği yaz günleri banklarda oturanları serinletmeye yetiyor. Parkın müdavimleri günün vakitlerine göre değişiyor; sabahları çocuklarını okula getiren anneler oturuyor daha çok, öğlenleri alışverişe çıkmış yaşlılar dinlenmek için bir süre bu parka uğruyorlar, akşam ise işten dönenler ve bir tanıdığıyla buluşmak isteyenlerin uğrak yeri oluyor. Ama karanlık çöküp de bütün orta yaşlılar ve yaşlılar evlerine çekilince küçük gölgeliğimiz gençlere kalıyor. Her akşam onların yüksek sesle konuşmalarını duyuyorum, iri laflarını ve bitip tükenmeyen kahkahalarını. Gecenin ilerleyen saatlerinde bile neşeli hallerini koruyorlar, gürültüleri hiç bitmiyor. Bunlar politikayla ilgileri olmayan gençler, gündemle de ilgili değiller. Arada bir içlerinden biri siyasetten, terörden, patlamalardan bahsedecek olsa da konu kendiliğinden kısa sürede değişiyor. Yeniden cep telefonlarına dönüyorlar, birbirlerine bir şeyler gösteriyorlar, kahkaha atmaya devam ediyorlar. Gecenin bir yarısında, tarihin tam da o anında dışarıdaki gençleri düşünüyorum, sınırdalar, birazdan gülüş çağı kapanacak…
*
İşyerim Sultanahmet’te. Üç yıldır neredeyse her gün meydanın kıyısındaki tramvay durağından inip yürüyerek çalıştığım mekâna gidiyorum. Sultanahmet Meydanı günün her saatinde canlı ve güzeldir. Sabahleyin gezmeye çıkmış turist kafileleri, vitrinlerinin önünde duran esnaflar, masaları hazırlamaya koyulmuş lokanta garsonları, gelenek haline gelmiş bir Sultanahmet gününün ilk sahnesini açarlar. İlerleyen saatlerde meydanın kalabalığına uzak semtlerden gelenler de dâhil olur ve bu canlılık arttıkça artar. Bütün bu kalabalığın arasında bazen tanıdığım bir yazara ya da yayıncıya da rastlarım. Genellikle ayaküstü bir konuşma geçer aramızda. Tezgâhtaki son kitaplardan, bu aralar nelerle meşgul olduğumuzdan bahsederiz. Bu konuşmalar, bir dünya içinde bir başka dünyadır. Elinde sırığı ve flamasıyla bir rehber, arkasındaki turistleri bir yerden bir başka yere sürüklerken, siz henüz çıkmış bir kitabın talihi üzerine bir kaç söz edersiniz. Ama şu sıralar hüzünlü bir tenhalığı var Sultanahmet meydanının; turistler azaldı, kenar semtlerden gelenler azaldı, esnafın hareketleri yavaşladı, garsonların işleri gevşedi. Önce Yılanlı Sütun’un yakınında, sonrada Veznecilerde patlayan bombalar insanları ürküttü belli ki. Tarih yavaşladı…
*
Dün gece Atatürk Havaalanında üç canlı bomba kendini patlattı. Her zaman olduğu gibi, bir kaç saat birbirini tutmayan, karmakarışık haberler aldık. Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde hadisenin anlatımı da ölümün sayısı da bir düzene girmeye başladı. Kanal değiştirerek olup biteni anlamaya çalışırken, gayriihtiyari bir hafta öncesini düşündüm. Bir hafta önce, uçaktan inmiş, tuhaf bir iç rahatlığıyla pasaport kontrolüne gidiyordum. İç rahatlığı yaşamamın sebebi, yaklaşık iki saat önce nihayet uçağa binebildiğim bir başka havaalanıydı: Ben Gurion. Kudüs’ten bir taksiye yola çıkmış, güzergâhımdaki vadinin iki yakasını seyrederek Ben Gurion havaalanına gidiyordum. Seyrek zeytin ağaçlarının, yamaçlara kurulmuş yeni yerleşimlerin arasından geçerken içimde hep bir sıkıntı vardı. İsrail’e gelirken yaşadığım güvenlik kontrollerinin dönüşte tekrar etmesini hiç istemiyordum. Ama korktuğum başıma çabuk geldi. Bir saatlik yolculuğun ardından taksi daha havaalanının giriş kapısına varmadan durduruldu ve pasaportumu alan polis, bir süre bizi kenarda bekletti. Sonra mutat sorular: Buraya niçin gelmiş bulunuyordum, acaba sırt çantam dışında bir başka valizim var mıydı, bir valizim olmadığına göre elbiselerim neredeydi? Polise, biricik yükümü gösterdim: çantamdaki bir kaç parça eşya ve bir kitap. Kontroller uçağa bineceğim kapıya varıncaya dek bir kaç yerde devam etti. Bir an uçağıma hiç varamayacağımı, ülkeme hiç dönemeyeceğimi bile düşündüm…
*
Bugüne kadar gittiğim her şehirden bazı intibalarla geri döndüm; bunlar iyi ya da kötü intibalardı ve pek çok yönüyle kişisel yargılarımın bir ürünüydüler. Oysa Kudüs’ten dönüşüm, şimdiye kadarki deneyimlerimin hiçbirine benzemedi. Sanki bedenimi alıp gelmiş ama aklımı orada bırakmış gibiyim; bu hali ilk kez tecrübe ediyorum. Kudüs’ün beni neden bu kadar etkilediğini, şimdi sıcağı sıcağına yazmak niyetinde değilim; aradan biraz zaman geçsin, duygularımı yeniden tartayım, seyrek zeytinlerin muhayyilemdeki tesirini bir yere oturtayım. Ama boş da durmuyorum; döndüğüm akşamın ertesinde, yıllar önce öylesine göz gezdirdiğim bir kitabı, bu kez bambaşka sebeplerle yeniden okumaya başladım: Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı’nı. Yüz yıl önce, Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın mahiyetinde çalışmak için Kudüs’e gitmiş bir subayın şahitlikleri, yorumları ve kalem kudreti, bu şehrin tozunu hala üstünden atamamış olan bana bazen çok ağır geliyor. Falih Rıfkı’nın şehri seyrettiği Zeytin Dağı’ndan ben de surlarla çevrili Kudüs’ü seyrettim. Kapılar, kubbeler, hilaller, haçlar; neredeyse hiç değişmemiş. Ama değişen bir şey var: Cemal Paşa’nın, aşiret reislerini sigaya çektiği, sakallarının titrediği, ensesini kaşıdığı yamaçtaki karargâh, bir hatıra kitabının yaprakları arasında kalmış artık. O günlerden geriye, tam karşıda, akşamları gökle selamlaşmaya çıkan Kubbet-üs Sahra’nın ışıkları kalmış. Bu ışıkların kandil yağı, yalnızlığın ve umudun terkibinden imal edilmiş gibidir…