Bazen bir ailenin başına kötü bir olay gelir. Aile, başlangıçta ne yapacağını bilemez, çaresizlik içinde kıvranmaya başlar. Uzun zamandır birbirinden kopuk olan amcalar, teyzeler, halalar, dayılar ve uzak akrabalar, birden kan bağlarını hatırlarlar. Felaket insanları birbirine yaklaştırır, uzun soğukluk yıllarını telafi etmenin bahanesi haline gelir. Kapıdan girenlerin sayısı artmaya başlar; oturur birlikte kederlenir, birlikte düşünceye dalar, birbirlerinin yüzünde bir çıkış yolu ararlar. Aslında büyük bir aile olduğunu hissetmek insanlara moral verir, başlarından geçen her ne ise, ona katlanma güçleri artar. Eğer bir araya gelmemiş, acının birinci derecede mağdurlarını yalnız bırakmış olsalar, bir musibet diğerini takip eder, insanlar hayatlarını bir daha toparlayamaz hale gelebilirler. Birlikte olmak, aileye yeniden can verir, sessizce omuzlanan yük akrabalığın kıymetini gösterir ve özellikle genç kuşaklar bu büyük aile dayanışmasından etkilenirler. Bir aile olduğunu hatırlayanların, içinden çıkılmaz gibi görünen pek çok kötü hadisede gidişatı bir şekilde değiştirdiklerine tanık olmuşuzdur. Yara insanları birbirine yaklaştırır, insan yarasını insanla sarar…
Bazen bir milletin başına da kötü olaylar gelir. Başlangıçta meselenin muhatabı mevcut iktidarmış gibi görünür. Milletler de büyük bir ailedirler ve çoğunlukla siyasi sebeplerle aralarındaki akrabalık bağlarını zayıflatmışlardır. Ancak hadiseler büyümeye, etki alanı genişlemeye başlayınca, normal zamanlarda gösterilen siyasi tavırların bir anlamı kalmaz. Kendisini milletin yani o büyük ailenin parçası olarak görenler, yaraların sarılmasına çaba gösterir, yeni yaraların açılmaması için ellerinden geleni yaparlar. Böyle zamanlarda siyaseti aşan, çok daha derin bir kimliğimiz olduğunu fark ederiz. Millet olma bilinci yükümüzü hafifletir; acı çekenler acılarının başkaları tarafından da yürekten hissedildiğini gördüklerinde kendilerini büyük bir akrabalığın içinde hisseder, bunda bir teselli bulurlar. Yurdu için şehit düşmüş bir delikanlının annesi, babası ve akrabaları, aslında hepimizin yaşadığı yurt için canını vermiş birinin acısını çeker. Kaybedilen can, bir trafik kazasında ya da bir hastane odasında kaybedilmiş değildir. Ölümü kişisel olmadığına göre, acısı da olamaz. Şehitlerin bizim millet kimliğimizi yenilemelerinin en önemli sebebi budur…
21. yüzyılın başındayız ve milletimiz sıklıkla barbarların saldırısına uğruyor. Açıkça söyleyelim, biz medeni bir halkız. İnsanların örgütlenerek, dağlara, mağaralara çekilerek, ansızın şehirlere inmesine, baskınlar yapmasına, insanları öldürmesine eskiden beri eşkıyalık diyoruz. Bir eşkıya, konumunu nasıl tarif ederse etsin eşkıyadır. Medenilerin hayatını tehdit etmekten, onların içine korku salmaktan, talandan aldığı haz hiçbir zaman değişmez. Karşımızdaki insanları birer eşkıya değil de siyasi aktörlermiş gibi tanımlamaya başladığımızda, yüzlerce yıllık gönül yolculuğumuza, kurduğumuz şehirlere, insanla insan arasında tesis ettiğimiz muhabbete zarar veririz. Ayrıca 20. yüzyılın başında ülkemizi işgal etmek için gelenlerle 21. yüzyılın başında kentlerimizi tahrip etmek için gelenler arasında dolaysız bir ilişki, bir süreklilik de var. Milletimiz, yüz yıl önce hangi sebeplerle vatanın tehlikede olduğunu düşünüyor idiyse, bugün de aynı sebeplerle vatanının tehlikede olduğunu düşünüyor. Son zamanlarda insanı hüzünlendiren bir metanetle cenazelerini gömmeye başlaması, böyle bir hissedişin sonucu. Ve tarih garip bir biçimde tekerrür ediyor: 100 yıl aradan sonra bir kez daha oğullar şehit vererek millet oluyoruz!
İyi de, onlarca yıldır zaten millet değil miydik? Evet öyleydik. Ama tıpkı bağı zayıflamış bir aile gibi, öbeklere bölünmüş bir haldeydik. Devlet gücünü milletten değil, ‘siyasi cemaat’ler arasında denge sağlamaktan kotarmaktaydı. Parçalanmış, birbirine yabancılaşan, hatta birbirini tehdit olarak gören toplumsal parçaları birbirine karşı kullanarak varlığını temin edebiliyordu. Bu haliyle millet işine gelmiyordu. Ancak otuz yıldır süren eşkıya baskınları, soğuk savaştan sonra ortaya çıkan küresel belirsizlikler ve son yıllarda iyice belirginleşen bölgesel planlar, kendini parçalı toplumsal yapılar üzerine inşa eden bir devletle yol alamayacağımızı gösterdi. Özellikle son zamanlarda başımıza gelen hadiseler, millet kimliğimizi yenilemeyi mecbur kılacak kadar önemli hadiseler. Dahası, bu kimliği yenilemek isteyenlerle bu kimlikten rahatsızlık duyanların olabildiğince ayrıştığı bir döneme gelmiş bulunuyoruz. Cumhuriyet burjuvazisi şaşkınlıkla yer tespiti yapmaya çalışıyor, eski Türkiye’nin halen gücünü devam ettiren medyası şaşkınlıkla yer tespiti yapmaya çalışıyor. Eski tip aydınlar da öyle. Bir de telaşlananlar var; kısa zamanda imkân ve paye sahibi olanlar. Ölmüş oğullarımız sayesinde tazelenmekte olan millet kimliğimizin isim hanesinde ne şaşkınlara ne telaşlılara yer olacak! Aziz şehitlerimizi rahmetle anıyoruz…