Meşruiyetini şeri ve örfi yasalara dayandıran Osmanlı Devleti’nin yenilenme serüveni bizim ilk devir batılılaşma hikâyemizin özünü oluşturur. Genç Osmanlılar meseleleri birer Osmanlı gibi düşünüp yorumlamakta, örneğin istişarenin zaten Kur’an’da bulunduğunu söylemekteydiler. Ama “akıl”, biraz tereddütle de olsa Tanzimat’ın iş sahasına girmiş, Şinasi, münacatında “Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım” deyivermişti. Kelimenin anlamı zamanla yerli yerine oturduysa da aslında daha bu ilk dönemden itibaren hem siyaset hem de düşünce öz itibariyle bir “sentez”in peşindeydi. Avrupa’dan sadece ilim ve fenlerin alınacağı fakat kendi inanç ve kültürümüzü koruyabileceğimiz bir yol bulunmaya çalışıyordu. Bu nasıl mümkün olacaktı? Tanzimat’tan sonraki yıllarda batılılaşmanın tonu arttıkça soru da Osmanlı – Türk kafasında çözüm bulunması gereken en mühim mesele haline geldi. İttihatçıların yönetime egemen olmaya başladıkları dönemlerde hiç değilse söylenişiyle biraz rahatlık veren bir formül bulunmuş gözüküyordu: Batının ilim ve maddi medeniyet unsurları alınacak ancak bizim harsımız (kültürümüz) de titizlikle korunacaktı. “İdeal sentez formülü” bulunmuştu…
Modern Türk düşünce tarihinin tek ciddi düşünürü olan Ziya Gökalp, bu formülü bir forma da oturtmuştu: “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak.” Ziya Gökalp meseleyi çözmüş müydü yoksa bir “Türk teslisi” inşa ederek daha da karışık bir hale mi getirmişti, muamma! Ama her hâlükârda Osmanlı – Batı ilişkisi üzerine inşa edilen iki ayaklı binayı üçe çıkarmış, sentezlenecek umdeleri çoğaltmıştı. Gökalp’in bu çabasının, İmparatorluğun ulus devletlere bölünme aşamasında kendi milli devletimize bir zemin hazırladığını ya da ona bir giysi olarak düşünüldüğünü görebiliyoruz. Cumhuriyet idaresi, Gökalp’in teslisindeki umdelerden birini atarak, meseleyi “Türkleşmek – Muasırlaşmak” zeminine çekmiş, ilkini “ulus” olarak inşaya ikincisini de eğitim, mimari vb. yollarla transfere odaklanmıştı. Ama her ikisi de batının aynasına bakarak şekillendirildiği için, ortada senteze dâhil edecek bizden bir mamul kalmamış görünüyordu. Bu bilindiği için halk edebiyatına, hece veznine yönelindi; yeni bir tarih görüşü devreye sokulmaya çalışıldı, Anadolu’da “İslamsız” efsaneler arandı vs. Tablo tuhaftı: Hümanist Yunus, Hititler, kadim Ege ve Batı sentezlenmiş, Türkün elinde yepyeni bir insanlık teklifi haline getirilmişti. Bu döneme çığırından çıkmış sentezleme dönemi demek mümkündür!..
Demokrat Parti iktidarından itibaren klasik senteze, yani şu malum Türk teslisine geri dönüldü: İslam’a biraz saygı ve nefeslenme imkânı; Türklüğün Anadolulu/muhafazakâr vasfı ve Avrupa’ya Amerika da eklenerek genişletilmiş muasırlık. Bu dönemde sentezi kimin ve hangi aklın yaptığı belirsizdir. Özellikle NATO’ya girdikten sonra Amerika’nın her işe karıştığı, bazı bakanlıklarda danışman adı altında Amerikalıların yerleştirildiği halen anlatılır. Soruyu şöyle de sorabiliriz: Türk ne kadar Türk’ün başındaydı? Ama bu dönemde mühendislik faaliyetlerinin hızlandığını hatırlatmakta fayda var. Muhafazakârlık, memleketi bayındır bir hale getirmek için kolları sıvamış, fabrikalar, barajlar, hava alanları, köprüler yapılmaya başlanmıştı. Muasırlaşmanın maddi cephesi hiç de fena gitmiyordu. Fakat bu maddi cephe genişledikçe, batının kültürü çok daha fazla günlük hayatımızı belirliyor, şu meşhur “teknik – kültür” denklemi ilkinin ikincisini belirlediği bir noktaya evriliyordu. Bir başka deyişle, senteze kattığımız fikri ve maddi malzeme gittikçe azalmaktaydı. Ve yüz küsur yıllık “Osmanlıcılık – Muasırlık”, “Türk Ulusçuluğu – Muasırlık”, “Muhafazakârlık – Muasırlık” hikâyemize son çeyrek bir de “İslamcılık – Muasırlık”ı ekledik. Sentez denkleminde Muasırlık maddesi hiç değişmemiş ama denklemin bize ait cephesi hep değişmişti…
2018 senesindeyiz. Birinci Dünya Savaşının üzerinden yüz yıl geçti. Savaşın büyük payının Osmanlı olduğunu ve payın da paylaşıldığını biliyoruz. Paylaşılamayan tek kısım İstiklal Harbi sayesinde Türkiye’ydi. Yukarıda değinildiği gibi kurtarılmış vatanımızda da hep bir “sentez” gailesiyle bu güne kadar yaşadık. “Sentez”in dışına çıkarak bir kimlik alanı inşa edemedik; sürekli doğu – batı kavşağında bulunmanın imkân ve zorluklarıyla idare edip durduk. Belki de evimizin bizde kalması için verdiğimiz uğraşlar bir evimiz olduğunu unutturdu bize: Evin döşemesini sürekli olarak değiştirmek ve değiştirirken de malzemeyi kimden aldığımıza, kimin takdirini kazanmamız gerektiğine azami gayret sarfettik. Evimizi sıkça halden hale sokan bu “sentez işçiliği” adeta fikri mesleğimiz haline geldi. Geçmişten bu güne süren siyasi hırgürün bir kıymeti olduğunu zannedenler şüphesiz çok büyük bir çoğunluğa sahip. Ama onlar, bir elin meydanlara serptiği darıya üşüşen kuşlara benziyorlar. Hatta evi birbirlerinden teslim alacaklarını bile düşünüyorlar! Oysa Türkiye’de iktidar olmak, halen “sentez”in daimi maddesi olan “muasırlaşmak/Batılılaşmak” işini kimin yürüteceğine karar vermek anlamına geliyor. “Eve ve şarkıya” dönemedikçe kaderimiz değişmeyecek!…
Sentez çıkmazı!
