Okumak üzere sıraya koyduğum ne çok öykü kitabı var! Bunların arasında kadın yazarlar geniş bir yer tutuyor. Ne taşra uzamı ne oda yoksunluğu ne mesai duvarları… Çok nitelikli, konusundan emin yazarlarımız var gerçekten.
Son aylarda kitaplarını okurken kahramanlarının iç seslerinde bir ortaklık yakaladığım üç yazarı konu alacağım bu yazımda, tanıma sırasına göre.
Nurcan Toprak’ı tanıdığımda Fayrap’ta öyküleri yayımlanıyordu ve derginin öykü editörüydü. Girdiği evlerdeki insanlara bir rakam, bir istatistik verisi kaynağı gibi bakmayan sayım memuru kahramanı, eksik bir kamusal muaşerete özgü soruları açıyordu önümüze. Bu açma ihtiyacı ilk öykü kitabı Depresyon Hırkası’nın “Telve” başlıklı bölümünde farklı mekanları kuşatarak ilerliyor. Sürekli hatırlayan bilinç bir yerde, öyleyse geriye kalan ne, diye sorduruyor okura. “Dünyada rahatlık var mı ki? Yok tabii de, laf olsun işte.” Peki, “Ander gençlik!”nidası hangi dünyadan gelir, kime ne söyler? Bu dünyaya oturup kalmaya gelmedik, dünya hiçbir zaman daha iyi bir yer olmadı değil, ama ödevimiz salih ameller gerçekleştirmek. “Dağlara Karşı” sevilen arkadaşın beklenmedik sarsıcı ölümünü ve 15 Temmuz darbe girişimine karşı destansı bir direnişin seslerini, medya dilinin uzağında sahih bir zeminde bir araya getiriyor.
Acaba öyle mi, başka türlü bakılabilir mi… Şehrin cadde ve sokaklarında gezinen kahramanın benliğinde yer eden düğüm noktalarına özgü sesler, şimdiki zamanın sahnelerinde sükunete erişmenin sebeplerini aramayı sürdürür. Hastanelerde ve evlerde, caddelerde ve kamusal mekanlarda, dere kenarında ve fındık bahçelerinde dolaşan adımlar, itirazları içe yönelen bir ses tonuyla hatanın veya yanlış anlamanın nerede olduğunu aramaktadır, ipeksi bir şahit ifadesi sergileyerek. Yine “Telve”de geçen şu cümle açıklayıcı olabilir sanıyorum: “Çaldığım her kapı ‘Abla, bana ne yaptılar?’ diye açılıyor.” “Rüzgâr ve Çıtırtı”da hastanede aile fertlerinden ayrılan kahraman, sokaklarda dolaşırken hatırlamaya devam ediyor. “Bildiğim sokaklarda dolaştım. Ve bilmediklerimde de.” Şehrin mekanlarında gezinen kahramanlar sorumlulukları konusundan duyarlı, yeni teknolojilerin pratiğini yansıtan, genç kadınlardır. Üşüyen ense, unutulan atkı, eldiven yokluğu, hatta kaç dersten mazeret sınavına gireceğini bilemiyor olmak… Asli kaygı sürekli ötelenir ve birden bir cümleler öbeğinin içinde belirir. Sürekli hatırlama, yaşanan kırgınlıklara rağmen hatırlatarak ilerleme… Nurcan Toprak’ın öyküsü, hatırlamayı unutması istenen bir topluma bunun uyarılarını göndermenin cümleleriyle ilerler. Kişisel iç yaraları, aşk ve ölüm yüzünden açılanlar da dahil, unutkanlığın sebep olduğu güçsüzlük karşısında nasıl doğru teşhis edilip de gerektiği gibi taşınabilir ki…
Bir şey olmalı, başka ihtimaller, her şey eskisi gibi süremez zaten; yaşananlardan çıkarılan dersi böyle okursunuz. Nilgün Bıyıklı’nın “Ağaç Kovuğundan Öyküler” isimli kitabında yer alan ilk dönem öykülerinde mekan sınırlamasının sebep olduğu boğucu hali aşma çabasını hissettiren sancılı bir dil ağırlık kazanıyordu. Neşteri kendine batırmayan, edebiyatı mükemmel cümleler toplamı olarak görmekten uzak dili, bunlara tutkusu da eklendiğinde, yazacaklarının güvenine sahip bir yazarın haberini veriyordu. “Bulaşık Suyundaki Çay Kaşığı” başka bir merhaleyi gösterdi: İçten, muzip, sokağın seslerini tanıyan, karakterlerine karşı merhametli, öykünün şifa sağlayan uzamının farkında olan bir kalem, diye düşündürüyor kitabın öyküleri.
Bıyıklı’nın yeni yayımlanan üçüncü kitabı “Deliler ve Flamingolar”da, hanelerin üzüntü ve sevinç sebeplerini sokaklara taşıran bir çalkantının doğrudan etkilediği kahramanlar bazen kendini alamayan serzenişlere karşılık eksilmeyen bir iyimserlikle olguları yorumlamayı sürdürüyorlar. Yıllar sonra çocukluk arkadaşlarından, mahallenin delisi Hüseyin’in hala sağ olduğunu öğrenen kahramanımızın gözleri aynı zamanda bütün hayatı boyunca elini tutmamış olan babası için de yaşarmamış mıdır?
“Evrenin ikizi bir kitap” demişti ya Mallerme… Gündelik hayatı oluşturan sayısız ayrıntı, emlak vergisi, belediyenin vergi dairesi, Marmaray monitöründe dönüp duran kedili videolar, çocuklarına kamyonun vergisini bırakan babalar, “Bildiğiniz gibi değil, şu da var ki…” demek ister gibi sızarlar Nilgün Bıyıklı öyküsüne. Kahramanımız tam da öğretmenliğe başladığı yıl yaşanan bir olay konusunda bizi meraklandırmışken aslında Niğdeli oldukları önemli görünen bir Selvinaz ablaya çekiliyor dikkatimiz. Fakir bir ailenin yakışıklı oğlu, kayınpederinin sokağa diktiği apartmanda otururken nasıl oldu da kitlenen trafiği fırsata dönüştüren bir mendil satıcısına dönüştü? “İnsan bir damla endişeden yaratılmış olmalı.” Öykü başlığı hızlı temponun, yetişme ve yetiştirme telaşının bir açıklaması. Deliler ve Flamingolar’ın uzun öyküsü “Hayretengiz Suphi Bey”de Bıyıklı aşina olduğumuz dilini bambaşka bir katmana açarak, iki farklı hayatın kesiştiği dar bir zeminde bir roman penceresi aralığı sunuyor. Nurcan Toprak gibi Nilgün Bıyıklı’da da yoğun bilinç akışının sıçramaları okuru saran bir cazibe oluşturuyor.
Emine Batar tanıdığım bir yazar değildi. Uzun hikayesi “Islıkla Çağrılan”ı bu yüzden mutlu bir şaşkınlıkla okudum. İyi metin öyle bir şey, sürüklüyor yanı sıra, içine çekiyor. Kitabın türü konusunda karar veremedim, ama bunun çok önemi yok. Sahih bir yazarla karşılaşmıştım ve niye bu kadar gecikmiştim? Öykünün kahramanları tanıdığımız kişiler gibi geliyor önce, fakat okudukça ne kadar da az tanıyormuşuz onları, diye düşündürüyor olaylar ve ayrıntılar.
Liseli genç bahçedeki ağacın dallarını nasıl olur da iskelete benzetir? Şiirlerinden beste yapan, stüdyoda onları arabesk rap olarak söyleyen ve nerede olursa olsun sadece içtenlik ve saygı arayan sağlık meslek lisesi öğrencisi Kadir’in hikayesi hem gençler hem ebeveynler için başucu kitabı olmalı. Aile ilişkileri ve gençlik üzerine popüler ya da yıpranmış ifadelere rastlamıyorsunuz. Hayatı samimiyetle üstlenmeye çalışan bir gencin dünyasını tabii bir akışla, inandırarak anlatıyor Emine Batar. Birdenbire büyümek nasıl olur, insan geçmişi bir eşyaya ihtiyaç duymadan da hatırlayamaz mı… Genç olmak her zaman böyle bir şey işte ve ne çok gençlik iyi terbiye adına yaşanan bastırılmışlık yüzünden budamalara maruz kalıyor. Bütün sevgisine rağmen aile ve bütün şekilciliğiyle de okul, el birliğiyle bir genci önce umutlarını bastırmak suretiyle sakatlıyorlar. Tutkuyu anormallik olarak işaretleyen standart eğitim ve terbiye sıradan yetenekleri bile körleştiren bir etki uyandırıyor. Şiire süzülecek mısralara dönüşecek şekilde düşünerek şehri ve kıyılarını dolaşan bilinç, durduk yere yüceltmiyor, durduk yere aşağılamıyor. Sadece fırsat tanıyor bize, sağırlaşma kalkanıyla söyleşi gerçekleştirdiğini sanan herkese: Kalbi, yarım kulakla dinleyerek inandıramazsınız.
Aile olmak, ebeveyn olmak… Kimse kuru vaazlarla düzeltmiyor egosunun pürüzlerini. Bir erkeğin karısına yönelen “Ne biliyorsun ki ne isteyeyim senden?” şeklindeki sorusu, boşlukta kaybolan bir cümle değil.
Yara nerede oluşuyor, “böyle olmamalı” diye atılan çentikler nasıl oluyor da kansere dönüşüyor? Bu soruları üslubuna güvenen bir yazara özgü itidalli bir dille önümüze getiriyor Batar. Kadir’in hikayesinin başka türlü gelişebileceğini bilmek hüznümüzü eksiltmiyor elbette, kitabın son sayfalarına geldiğimizde.
Kitaplarından söz etmem gereken daha ne çok yazar var! Bağışlasınlar beni. Fırsat bulmayı ümit ediyorum.