Eminim ki, hiçbir Suriyeli bir gün şehit hikâyeleriyle birlikte yaşayacak oluşumuzu hayal edememiştir. Ülkemizde yaşıyorken sükûn ortamı vardı. İsrail’le bile adı konmamış, resmen ilan edilmemiş bir barış ortamı mevcuttu. Savaşın bir gün bizim kapımızı da çalacağını mümkün değil aklımıza getirmezdik.
Hatırlıyorum da bir gün yolda yürürken önümden askeri araçlar geçmişti. Bunlardan birisi kocaman bir tank taşıyordu. Ne kadar ürkütücüydü! O anda aklıma gelen ilk şey Filistinli çocukların cesareti olmuştu. Ellerinde hakiki silahlar bulunan İsrailli askerlere küçücük taşları nasıl da cesurca fırlatıyorlardı. Hatta o kocaman tanklardan bile çekinmiyorlardı. Elimde olmadan onları bizim çocuklarımızla kıyaslamıştım. İçimden gayriihtiyari “Bizimkilerin böyle bir şey yapmaları gerçekten kolay değil” cümlesi dökülmüştü.
Filistinli anneler görüyordum. Evlatlarının cenazelerinde zılgıt atıyorlardı. Kendileri için şefaat edecek birileri olduğu için onlara gıpta ediyordum. Onlar gerçekten iman etmiş insanlardı. Yüreklerinde koca bir sabır taşıyorlardı.
Onların bizzat içinde yaşadığı manzara, ekran karşısında ne hissedersek hissedelim, bize yine de çok uzak görünüyordu. Evet, etkileniyorduk. Üzülüyorduk. Elimizden bir şey gelmediği için, onlara yardım edemediğimiz için öfkeleniyorduk.
Derken bizim oralara devrim uğradı. Evimin penceresi önünden şehit cenazeleri geçer oldu. Mahallemizin dört bir yanından haykırışlar yükseliyordu. Kadınlar görüyordum. Pirinç taneleri saçıyorlar, evlerinin balkonlarından zılgıt atıyorlardı. Aklıma o tankı gördüğüm gün, o günkü korkum geldiğinde ağlamaya başlıyordum. Niye korkunç bulmuştum ki o tankı! Nasıl hafife almıştım bizim çocukları!
Şehit hikâyeleri bizim devrimimizin en güzel yanı. Her hikâyede tüylerimiz yeniden ürperiyor. Yedi senedir bu hikâyelerin ardı arkası kesilmiyor.
Hz. Osman’ın Medine’de Rume kuyusunu satın alış hikâyesi düşüyor aklıma. Satın alıp vakfettiği eserlerinde ölümsüzleşen adı. Ve ben günlerdir Ebu Abdurrahman Ferid el Beveydani’nin şehadet hikâyesini okuyup duruyorum. İlmini ve amelini vatanı için ortaya koyan, nihayetinde şehadete kavuşarak ölümsüzleşen o mübarek insanı.
Ebu Abdurrahman Guta’lı. Şam kentinin doğusundan. Guta, sürekli bir kuşatma altında. Onun hikâyesi tıpkı ismi gibi ferid, yani eşsiz. Komşuları onu Guta’da hurma ziraatini başlatan kişi olarak anıyorlar.
Ebu Abdurrahman’ın orada bir fidanlığı var. Geçimini fidan satışından temin ediyor. Devlet ofisinden satın aldığı hurma fidanlarını çiftçilere satıyor. Suriye’de hurma sadece süs amaçlı dikilir. Devlet de süs amaçlı, meyve vermeyen bu ağaçların satışını yapar. Kimsenin aklına bu hurmalardan meyve temin etmek gelmez.
Savaş başlayıp da Guta rejim güçleri tarafından kuşatma altına alınınca devlet ziraat arazilerini bombalamak suretiyle büyük oranda tahrip eder. Bostanlara giden suyu da keser. Kuşatma altında gıda sorunu ortaya çıkınca şehidimiz süs için dikilen hurmalardan meyve elde etmenin derdine düşer. Komşuları onun bu çabasının netice vereceğinden kuşkuludur. Zira onların kanaatince bölgede meyve verecek hurmayı besleyecek zenginlikte toprak yapısı yoktur. Oysa konunun uzmanı onlar değil, şehidimiz Ebu Abdurrahman’dır. O bilir ki, 200 yıl önce Medine-i Münevvere’ye hurma ihraç eden bir bölgedir orası.
Bıkmadan, usanmadan, ev ev dolaşarak süs hurmalarını aşılama faaliyetine girişir. Halk hala onun bu koşturmacasına şüpheyle bakmaktadır. Gel gör ki, onun çabaları bir yıl içerisinde ilk meyvelerini vermeye başlar. Hatta süs ağaçlarından birisi meyveden yıkılmak üzeredir, tam 300 kilo hurma verir. İlk yılın hasadı 10 ton olarak kayıtlara geçer. Bu rakam, Ebu Abdurrahman’ın bizzat kendi eliyle aşıladığı 80 süs hurmasından elde edilir. O bununla da yetinmez. Fidancı olduğu için daha nice hurma fidanı diker. Komşularına 5 yıla kadar bunların da hurma vereceğini müjdeler.
Derken bir gün Guta’daki çiftçi sendikasında arkadaşları ile oturuyorken rejimin uçakları oldukları yeri bombalar. Kendisi bu dünyadan şehit olarak ayrılırken arkasında kendi eliyle diktiği her hurma ağacından salkım salkım dökülen iyilikler bırakır. Ve orası Guta’dır. Kuşatma altındadır. Tek hurma tanesinin değeri çok büyüktür.
Allah’ın Resulü (sav) şöyle buyurur:
“İnsan öldüğünde üç şey dışında ameli kesilir. Sevabı hiç kesilmeyen üç şey: İnsanlara daimi faydası olan bir hayır (sadaka-i cariye), kendisinden yararlanılan ilim ve geride bıraktığı, kendisine dua eden hayırlı bir evlat.”
Şehit Ebu Abdurrahman’ın bir oğlu vardı, kendisinden önce şehadet şerbetine nail oldu. Aşılamış olduğu, kendi elleriyle diktiği her hurma ağacı onun sadaka-i cariyesidir. Aynı zamanda geriye kendisinden yararlanılan bir ilim bırakmış, bütün komşularına süs hurmalarının nasıl aşılanacağını öğretmiştir. Hangi hayat bundan daha güzel olabilir?
Ebu Abdurrahman hepimiz için örnek bir şahsiyettir. Hiç bitmeyecek, sonu gelmeyecek hayırlara vesile olmak için bir numune. Ne mutlu ona ki, şehitlik ve hayırla anılacak eser bırakma gibi iki güzelliği bir araya getirebildi.
Ebu Abdurrahman gerçek yuvasına, sevdiklerine kavuştu. Ondan önce annesi, üç erkek ve bir kız kardeşi, kız kardeşinin oğulları, erkek kardeşinin oğulları ve son olarak da kendi oğlu şehit düşmüştü. Şu aileye bir bakın! Daha bereketlisi var mıdır? Sahabeye daha çok benzeyen bir aile mevcut mudur? Allah cümlesine rahmet eylesin.