“Seattle Ruhu”ndan Sarı Yelekliler’e

Sarı Yelekliler’in protestoları küreselleşmenin gidişatından muzdarip herkeste bir heyecan oluşturdu ilk duyulduğunda. Bir açıdan 1999’da Seattle’da gerçekleşen küreselleşme karşıtı protestoları hatırlatırken aynı zamanda 2005’de Paris varoşlarından yükselen göçmen ayaklanmalarının sahnelerini de çağrıştırıyordu. Dönemin İçişleri Bakanı Sarkozy, göçmen ayaklanmacıları “ayaktakımı” diye nitelendirmişti.
Bir ömre kaç hayal kırıklığı sığdırabilirsiniz? Ezber edilmiş vaatlerle gerçek hayatın gösterdikleri arasındaki boşluk her geçen yıl daha da derinleşiyor. Kimileri sabretmeyi sürdürürken kimileri de artık katlanamaz hale geliyor. “Yeni ekonomik model”in bedelini sadece hak hukuktan nasibini almamaya alışmış işçiler ödemiyorlar. İşsizlikten şikayet eden genç, “Şu sokaktan karşıya geçsem iş bulurum” şeklinde bir cevap alıyor Macron’dan.
Direnme kaynaklarına yabancılaştıran bir hareketliliğin yakıtıydı kitlelerin umutları. Geçen yıllar içinde ne çok umut paketi tüketildi! 80’lerden bu yana küreselleşme, pazarladığı rüyalar için ödenmesi gereken bedelleri sert, zorlayıcı bir süreçte öğretti. Yirmi yıl kadar önce Seattle protestoları küresel planda vazedilen hayat tarzından şüphe duymaya çağırıyordu. Sarı Yelekliler ise kendi başlarına gelen konum, iş ve mekan kayıpları nedeniyle eyleme başladılar. Karbon vergisine itiraz ediyor ama “sera gazı” olarak da bilinen bu gazın yol açtığı çevre felaketleriyle ilgilenmiyorlar.
Hatırlıyorum, Türkiye’de 80’lerde küçük memurların aklı kısa yoldan zengin eden türde “girişimler”e kaymaya başlamıştı, köşeyi dönmek için. Thatcher “Alternatifi yoktur” demişti 1980’lerde ve biz yıllarca bu cümleyi duymaya devam ettik. Özelleştirmenin alternatifi yoktu, göçlerin şehirlerde oluşturduğu yığılmanın, betonlaşmanın, gelir uçurumları oluşturan desteklerin, vergi kaçırmanın veya vergiden muafiyetin, yoksulu daha da borçlandıran teşviklerin… Köylüler tarımdan umutlarını kesmiş olarak, şehirlere bağlı vaatlerin de etkisiyle topraklarını terk ettiler. Göç hızlandı, tarım alanları çoraklaştı, köyler boşaltıldı, köylüler peyniri marketten, ekmeği kasaba fırınından almaya götüren tarım politikalarına yenik düştüler. Ayakta kalmamızın ve özgüvenimizin sebebi olan, değerlerimize dayalı, kendi içinde üretken hayat tarzımız yeni bir şehircilik (daha doğrusu kentleşme) kurgusu ve köşeyi dönme hayalleriyle gözden düşürülüyordu. Ayakkabı tamircileri, terziler dükkanlarını kapattılar. Semtlerde merkezi bir konuma sahip pasajlar izbe, karanlık labirentler haline geldi.
Giderek daha çok zenginleşen azınlık karşısında ücretlilerin haklarını savunacak sendika gibi yapılar güçsüzleşti. Özelleştirmeler arttıkça sosyal haklar zayıfladı. Olumlu her tecrübe, her yapı şirketlerin devinime ayak uydurduğu ölçüde ayakta kalmayı dileyebilirdi. Hayatı değil teoriyi de öğretemeyen diplomalar için yıllarını harcayan gençler çıraklığa, mutfaktan başlamaya, somut olarak alın teri dökmeye dayalı işlere burun kıvırarak layık olduklarına inandırıldıkları makam için CV’ler kurgulamaya devam ettiler. Bizi tarıma yabancılaştıranlar ise vazgeçmediler topraktan.
Sorun sadece hevesle veya hırsla izah edilemez elbette. Sabit ve güvenilir olanın çöküntüye maruz bırakılması her türlü açlığı ve baskıyı çoğalttı. Yoksullar çalınan ekmeklerinin peşinde sınırları aşmaya çalıştılar. Nesneler ve arzu imgeleri yeni teknolojilerin yardımıyla küreselleşirken sınırlar zulüm veya işsizlik yüzünden göçe zorlanan insanlar için “kanlı sınırlar” haline gelmekteydi.  Silah şirketleri için puslu havalar coşturucu vaatler içeriyordu ne de olsa.
Size kurtuluş olarak vaat edilenin ölüm olduğunu anlamanız niye o kadar zor olsun… Elbet böyle süremezdi, elbet bir yerde aşikar hale gelecekti şişirme paradigmanın nelere mal olduğu… Diğer tarafta yüz milyonlarca kadın ve erkek, “küresel ekonomi” başlığı altında, yerel hırslarla yapılanan öldürücü iş ortamlarında ömür çürütüyor hâlâ. İtiraz etme güçleri de tamamen ellerinden alınmış.
Seattle’da 1999’da gerçekleşen küreselleşme karşıtı eylemlerin çıkış noktası zengin azınlığın kollanan çıkarları yüzünden bedel ödeyecek kesimlerle ilgili bir duyarlıktı. Yetersiz beslenme yüzünden ölen çocuklardan söz ediyor, çevre felaketlerinin bedellerini kimlerin ödediğini sorguluyordu protestocular.
Sarı Yelekliler’in “küresel” etkilerin gözden düşürmesiyle yaşadığı iş alanı kaybını ve evinden barkından edilme durumunu, bu yüzden varoşlara/taşraya taşınma mecburiyetini, Seattle’ın “yerlileri” de yaşadı geçen yirmi yıl içinde. Seattle protestoları, küreselleşmenin gözde markalarının şehri adım adım işgal edip yerlileri çeperlere sürdüğü süreçte büyük ölçüde sivil toplum dayanışma/yardım ağlarının ve sanatsal faaliyetlerin ifadelerine terk etti itirazlarını.  Küresel markalara karşı olmak, bu markalar için bir logo, bir reklam filmi yapmaya engel olmuyor. “Seattle ruhu” da geçen zaman içinde küreselleşmenin sızma/kapsama yeteneğinin etkisiyle bir hayli kırılganlaşmış gibi geliyor bana. Sarı Yelekliler ise küreselleşme konusunda ciddi problemleri yansıtmadan öte gidemeyecek bir dağınıklık sergiliyorlar ki bu rolü de küçümsememek lazım.
Seattle’ın yerlilerinin yaşadığı evsizleşmeden söz ettim ya… Bir başka yazıda açmam gerekir o “yerli” olma halini. Seattle’ın asıl yerlileri olan Duwamish ve Suquamish gibi kabilelerin mensupları yüz altmış sene önce kendi topraklarının ellerinden alınmasının acısını yaşadılar. Böylesine bir zulme karşı yüreği sızlamayan yeni Seattle’lı kendisini mağduriyete uğrayan ilk “yerli” saydığı anda aynı zamanda işgalcilerin torunu olduğunu da ikrar etmiş olacak.