Savaş, bir toplumun maruz kalacağı en ağır ders. Uzak veya yakın hafızamız, tarih kitapları, edebiyat eserleri ve hele ki ağıtlar, bu ağır dersten kaçınmak için elimizden geleni yapmayı öğretiyor. Yanı sıra ölümler, ağır yaralar getiren, ailelerin, şehirlerin, halkların dağılıp parçalanmasına sebep olan savaş, müminler açısından çağrılan değil, kendini dayatarak bir imtihan vesilesi haline gelen zorunluluk.
Gönlümüz barıştan yana, asayiş ve kardeşlik içinde bir dünya düşlüyoruz ama savaş, maruz kalınma sebepleri ve acı sahneleriyle gelip hayatımızı değiştiriyor. Ekranlardan taşan haliyle bile kurulu düzenimize ilişkin yargılarımızı, iyi geçime ilişkin tasavvurlarımızı karıştırıyor. Yanlış okunmuş bir kitaba dönüşüyor dünya, sözü silahların aldığı noktada.
Kanlı sınırlarla sürekli savaşa zorlanan bir coğrafyada yaşıyoruz. Türkiye, barış içinde yaşamak için büyük bedeller ödemeye mecbur edildiği bir konuma sahip, hem kimlik hem de coğrafya olarak. Bir de konjonktürün getirdiği, ardı sıra büyük katliamların ahlarını taşıyan büyük çalkantılar var. Wallerstein, gelecek elli yıllık zaman dilimini “belalı bir dönem” diye işaret ediyordu 1990’ların başlarında. Bir çatallaşma noktasında rastgele dalgalanmalar, direnci en düşük olanları yutacaktır kuşkusuz. Ütopyalar sarsıldı, ideolojiler geri çekildi, öznenin ölümüne dair söylemler hâkim oldu metinlere. Yeni denge arayışında uluslararası ilişkilerde gizli kapaklı niyetlerin veya sözünden dönmenin olağanlaşması bir kaosun göstergesi. Çöküşe geçen kapitalizm, yaşadığı tıkanmayı çete faaliyetleriyle aşmaya çalışıyor. Güç odaklarının azmanlaşmasının oluşturduğu dengesizlik, bir azınlığın konforunun korunması pahasına yığınların mutsuzluğunun sürmesi anlamına geliyor.
Dünya seçkinleri hakkaniyet ve adaletten yoksun plan ve programlarla hegemonyalarını güçlendirirken çatışma ulus devletlerle küreselleşmeciler arasında yaşanıyor. Kendi içlerinde ittifaklar geliştiren emperyalistler, “öteki” olarak işaretlenen “paysızları” bölüp parçalayacak stratejilerle sürdürüyorlar asıl savaşı. Dünün haksız anlaşmaları, rastgele çizilmiş sınır hatları ve öylece bırakılmış ihtilaf alanları bugünün yeni çatışma sebeplerine dönüşüyor. Trump, Amerika’nın dünya jandarması olma iddiasının kostümsüz makyajsız ifadesi.
Kuşkusuz şimdilik despotik rejimleri sarsan krizler asıl liberal sistemi tehdit ediyor. Geçmişin yıkıcı tecrübelerini doğru şekilde analiz etme vukufiyeti her zamankinden daha büyük öneme sahip, birikimlerimizi doğru değerlendirebilmek açısından. Bizim en büyük zenginliğimiz ve güven kaynağımız, emperyalist emellere uzak durmamızı sağlayan helal-haram kavrayışımız. Bunca zor bir coğrafyada koruduğumuz istikrarın en büyük kaynağı da böylelikle sahip olduğumuz içselleştirilmiş değerler.
Krizler adım adım gelirken çözüm için çaba göstermesi gereken kurumlar başka bir gündemin sessizliğine bürünüyor. Bütün tanımlar hâlâ Batı Aydınlanmasından itibaren geçerli kılınan ölçüler üzerinden gerçekleştiği için kelimeler ve kavramlar aynı anlama gelmiyor, gelemiyor. Teröristi barış kahramanı, evinden kovulan mülteciyi terörist olarak işaretliyor küresel haber ajansları. Erich Maria Remarque’ın İnsanları Seveceksin isimli, II. Dünya Savaşı Avrupa’sında geçen romanın kahramanlarından olan Marill’in umutsuzca dile getirdiği tespiti hatırlatıyor bu kurumların tavrı. Sınır yaşantılarının pasaportsuz filozoflarından Marill, romanının bir diğer kahramanı Yahudi mülteci Kern’e şöyle söylemişti: “Berbat zamanlarda yaşıyoruz. Barış, toplar ve bomba uçaklarıyla, insanlık da toplama kampları ve kıyımlarla korunuyor Kern. Bütün hükümlerin değerden düştüğü bir devirdeyiz. Bugün saldırgana barış koruyucusu deniliyor.”
Neredeyse seksen yıl sonra her şey daha farklı mı görünüyor? Biz barış sürecine inanmış, inanmak istemiştik. Oysa hendek savaşlarını hazırlayan teröristler için barış sadece amaçları doğrusunda oyalayıcı bir taktikmiş. İnsan aptal yerine konulduğunu hissediyor ama samimi barış çabaları yorgun düşürülemez elbette. Kürtlerle Türklerin kardeşliği, ırkçı ve emperyalist gurupların varlığını yasladığı sebeplerden çok daha derin ve kalıcı değerlere yaslanıyor.
Olağan şartlarda sahip olunan hayat tarzı ve dile getirilen söylemler, barış konusundaki içtenliğin de göstergesi oluyor. “Benetton ırkçılığa karşı, Starbucks ise Üçüncü Dünya yanlısı reklamlarıyla barışa nasıl hizmet ediyor olabilirler?” Naomi Klein bu çelişkiler üzerinden geliştirdiği eleştirilerle çok genç yaşta şirketlerin hükümetlerden daha güçlü olduğunu fark etmişti. Markaya karşı markayla mücadele yerine başka türlü bir mücadele içeriği aramanın bir barış çabası olduğunu fark etmek nasıl da kıymetli bir gençlik tecrübesi! Küreselleşme kültürü ise, gençlerimize sadece bir görünüşten ibaret olmayı belletiyor, albenili yapım ve markalar, mekânlar ve poz ortamlarıyla.
Selamlaşma aynı zamanda helal-haram sınırlarını gözetmek anlamına gelemediği için de sürüyor savaşlar. Aliya’nın Bosna Savaşı sırasında dile getirdiği ilke nasıl da ayırıyor hakkı batıldan: “Onlar bizim düşmanlarımız, öğretmenlerimiz değil.” Irkçı, kibirli, gösteriş budalası, sınıfçı bir dilin bünyesine yedirilemediği savaş, barışın sürekli mücadelesi.