İyi hatırlıyorum. Sanki hala bütün şıklığıyla karşımda oturuyor. Bir elinde kahve fincanı, hararetli bir şekilde oğlu Fadi’nin bir sanat dergisine yazı işleri müdürü oluşunu anlatıyor. Sanki dün gibi… Suriyeli genç sanatçı Fadi Murat’ın annesi, aynı zamanda çalışma arkadaşım, bana oğlunun üniversite sınavlarını başarıyla geçtiğini büyük bir mutluluk içinde ifade ediyordu. Etrafındakiler açısından oldukça tuhaftı bu mutluluk. Çünkü herkesin başarıdan anladığı şey başkaydı. Mesela bir tıp fakültesi ya da bir mühendislik okumak varken sanat okumak da neyin nesiydi? Ama olsun, oğlu sanatçı olmak istemişti ve mademki mutluydu bu durumdan, o da mutluydu işte.
Fadi’nin sanat aşkı aslında çok da garipsenecek bir durum değildi. Babası Abdullah Murad, Suriye’nin önde gelen ressamlarından biri olarak sanat camiasının saygın isimlerindendi. Başkent Şam’ın en güzel tarihi mekânlarından birinde bulunan atölyesi sanata ve başkente duyduğu tutkunun en canlı ifadesiydi.
Derken oğlu Fadi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yolunu tutmasıyla arkadaşımın sevinci gün geçtikçe azaba dönüşmeye başladı. Yaşadığı durumu anlayabiliyordum. Çünkü ben de liseyi bitirir bitirmez gazetecilik okumak istemiştim ancak babam buna mani olmuştu. Eli kalem tutan, şair ve de muhalif bir insan olan babam beni çok iyi tanıyordu. Çünkü ben de onun kızıydım neticede, zulme eyvallah diyecek biri değildim. Kalemim hiçbir zaman satılık olmayacaktı. Hiçbir zaman rejime alkış tutan basının bir parçası olmayacaktım.
Fadi’nin başarısı aslında hepimizin başarısıydı. Özellikle de benim. Çünkü olumsuz koşullar yüzünden istediği bölüme giremeyen birisi olarak kendimi onunla özdeşleştirebiliyordum. Ailesi bir gün bile “Sanat karın doyurmaz” demeden Fadi’yi sürekli destekledi. Oysa bizim oralarda orta sınıflara mensup ailelerin dilinden düşürmediği bir tekerlemeydi bu adeta. Yetenekli çocuklar, bu tekerlemeyi sıkça işitmek durumunda kalarak doktor veya mühendis olmak için teşvik edilirlerdi.
İslam dünyasına baktığımızda nice yeteneğin “geçim derdi” söylemiyle sanattan uzak tutulduğuna bugün de şahit olmuyor muyuz? İş demek para kazanmak demektir, sanat ise çoğu zaman karın doyurmadığı için işten bile sayılmaz. Nitekim öğretim üyesi bir arkadaşımın evinde çok güzel uzun kumral saçlara sahip bir portrenin önünde uzunca durup bakınca “Kızım, kendi portresi” demişti bana. “Çok güzel bir portre, kızınız ressam mı yoksa?” diye sorduğumda ekşiyen yüz ifadesiyle “Ne münasebet, kızım doktor. Resim yapmak onun hobisi” demişti bana.
Fadi, Suriye devrimine sanatıyla destek verirken nasıl bir risk aldığının farkında değildi. Ruhunun bütün saflığıyla, yaşanan acılara tepki olarak kendi dünyasındaki güzellikleri resmetmeye koyuldu. Ama rejimin buna bile tahammül edemeyecek kadar alçalacağını hiç düşünemedi. Oysa sanat yaparak muhalefet, barışçıl muhalefet en büyük tehditti rejim için. Sanat, daha güzel yarınlar için insanlara umut veriyor, direnmelerini sağlıyordu. Dahası, verdiği anlamlı mesajla rejimin bütün rezilliğini dünya ölçeğinde ortaya seriyordu.
Fadi, bir gün işinden evine dönerken rejim güçleri tarafından tutuklandı. Tam bir sene ve üç ay boyunca işkence gördü. Ve bir gün evine geri gönderildi. Vücudunun her yerinde işkence izleri vardı. Esed’in zindanları, bütün muhaliflere olduğu gibi, Fadi’ye de mezar olmuştu.
Diktatör rejimler iyi bilirler ki gerçek sanat toplumu bilinç sahibi kılar, önünde ışık olur ve sonuna dek mücadele eder. Gerçek sanat, işgale de boyun eğmez, dayatmaya da. İşte bu yüzden sanatın içini boşaltmaya, topluma tuttuğu ışığı karartmaya pek bir meyilli olur dikta rejimleri. Sanatı, sosyal aklı dumura uğratma vesilesi kılmaktan özel bir haz duyarlar. Kendilerine bağımlı bir toplum icat etmek için kullanırlar onu. Tıpkı dini de, din adamlarını da kullandıkları gibi. Doğruyu söyleyene dokuz köyü dar ederler ama kendilerine biat edenleri, toplumu bir sürü gibi yönlendirenleri el üstünde tutarlar. Dirilten, ilham veren sanatın karşısında donuklaşmış, sığ ve vasat fikirlere sığınmalarıyla tanırsın onları. İlerlemenin önünü alan bürokrasi ile tanırsın. Gelişmenin asıl unsuru olan orta sınıfları fakir ve cahil bırakma alışkanlığıyla tanırsın. Sanat ve sanatçıyı aşağılatmakla, sanattan ve sanatçıdan soğutmakla, nefret ettirmekle tanırsın.
Oysa sanat, direnişin kardeşidir, yol arkadaşıdır. Bütün direnişlerde olduğu gibi. Suriye direnişinde olduğu gibi. Bütün yollar, bütün imkânlar tutulduğunda sanatın gerçek gücü ve rolü ortaya çıkar. Öyle bir silah olur, öyle bir ilham verir ki; bir tablo, bir mısra, bir roman, yeri gelir, düşmanın içine on binlerce savaşçının salamadığı korkuyu ve ümitsizliği salar. Safları öyle net ortaya koyar ki, kimse artık duracağı yer hakkında hiçbir mazerete sığınamaz hale gelir.
Hele de görsel sanatların gücü hiçbir şeyle boy ölçüşemez. Kültürlü kültürsüz, okuyan okumayan, büyük küçük, toplumun bütün bireylerine hitap eden ve rejim sansüründen daha hızlı manevra yeteneği olan görsel sanatlar, Suriye direnişinin başından beri sanatçılarımız sayesinde mücadelemize umut aşılıyor. Halkımıza duracağı yeri gösteriyor. Bilinç oluşturuyor.
Suriye istihbaratının sanat eserlerine ve sanatçılara uyguladığı sansüre bakarsak rejimin kendisini ne denli büyük bir tehdit altında hissettiğini anlayabiliriz.
Daha direnişin ilk günlerinde İbrahim Kaşuş, Abdulbasit Sarut ve “Ey Yanlış” şarkısıyla ortalığı inleten Semih Şakir’ler vardı. Rejimin el Muhaberat’ı İbrahim Kaşuş’u bıçaklayarak öldürdü. Abdulbasit Sarut dersen muhalif grupların iç hesaplaşmalarında kayboldu gitti. Daha nice yetenek için aynı şeyleri söylemek mümkün.
Şarkıcılar gibi ressamlar da rejim tarafından ilk hedef alınanlar arasında yer aldı. Örneğin Ali Ferzat’ın parmakları kırıldı. Fadi Murad işkenceler altında can verdi. Yusuf Abdulkey zindanlarda çürüdü. Direniş uğruna, özgürlük hayalleri uğruna sanat camiasının Esed rejiminden çekmediği eziyet kalmadı. Sanatçıların pekçoğu ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Bir şiir hamlesi, bir fırça darbesi Esed rejiminin gözünü korkutmak ve zindana, işkenceye, ölüme maruz kalmak için fazlasıyla yetiyordu.
Madalyonun öbür yüzünü unutmuyoruz elbet. Rejimin zulmüne alkış tutan, adalete, özgürlüğe ve kendi halkına ihanet eden satılık kalem sahiplerini. Onları da ayrıca not düşüyoruz bir kenara.
Bunca yaşanmışlıktan, bunca tecrübeden sonra toplumlar olarak sanatın gerçek değerini artık takdir etmek, ifade ettiği anlamı gereği gibi kavramak boynumuzun borcudur. Sanatın sihirli gücünün, özgürlük ve adalet arayışının en güçlü enstrümanlarından biri olduğu gerçeğini keşfetmeliyiz. İyinin, güzelin, bize ait değerlerin savunucusu olduğunu idrak etmeliyiz. Sanatın ve sanatçının örnek bir toplumun inşasında oynadığı rolü artık görmezden gelemeyiz.
Ve bunun için ilk önce yapılması gereken okullarımızda sanatın en az tıp ya da mühendislik kadar lâyık olduğu değeri görmesi, evlâtlarımızın sanatı tercih edebileceği toplumsal vasatın sağlanması, bu durumun teşvik görmesidir.
Toplumun üzerine düşen kadar hükümetlerin de yapması gerekenler var. Kıyasıya çekişmelere sahne olan uluslararası arenada sanatın en büyük savunma aracı olduğunu, meramı en doğru ifade biçimi olduğunu görmek ve buna göre bir mekanizma kurmak gerekiyor.
Fadi Murad’ın ruhu şad olsun. Allah, onun ve onun gibilerinin şehadetini kabul buyursun. Annesine ve babasına sabırlar, teselliler bahşetsin. Kıyamet gününde oğulları Fadi’yi onlara şefaatçi kılsın. Bu büyük acı nasıl unutulur bilemem ama onları bu acıdan, evlat acısının elemlerinden azat eylesin.