Niye bugün ve niye bütün ağırlığıyla İstanbul’u çaresiz bırakmış olan şu kış ikindisinde, bilmiyorum. Oturduğum yerden Valide Sultan Camiinin bahçe duvarına bakarken, zihnim birden bir oyun oynadı benimle. Kendimi Şam’da, Ömer Hayyam otelinin Merci meydanına bakan pencerelerinden birinin önünde buldum. On iki yıl önce Şam’a yine İstanbul böyle soğukken ve kar beklerken gitmiştim. Hafızamda ondan geriye ılık, güzel birkaç gün kaldı. Aslında sadece bugün değil, aradan geçen yıllar içinde pek çok kez Şam’ı hayal ederken buldum kendimi; bazen yorgun bir akşamın çayını yudumlarken, bazen çekip bir yere gitmeyi çok istediğimde, bazen de odamda bir gece yarısı tenhalığında sanki bir insanmış gibi karşıma dikilip merhaba dedi. Sonraları Kudüs’ü de gördüm. Ama Kudüs, ansızın bir hatıra pınarı gibi akmaz; onu bir kez görenler, ebediyen Kudüs tarafından işaretlenmiş biri olarak kalır. İlk insandan bu yana, dünyadaki kaderimiz neyse, onunla yüzleşiriz Kudüs’te. Oysa Şam misafirini zamanın tecellileriyle sınamaz; eski bir şehrin sükûnetiyle yeni dünyanın arzularını bir sınırda buluşturur ve istediğiniz an birinden ötekine geçebileceğinizi hissedersiniz? Şam’da “geçmiş” ve “şimdi” birbirlerine galip gelmek istemezler…
Ömer Hayyam otelinin bulunduğu yeri, henüz gün batmadan önce pencereden bakarken gördüğüm bir meydan ve bir sütunla birlikte kaydetmiş hafızam. Şam’daki ilk akşamımın birbirinden ayrılmaz parçaları bunlar. Ama ertesi gün, sabah kahvaltısının ardından bu ham görüntüler zamanın bilgisi tarafından işlenecek ve meydanın da meydanın ortasındaki zarif sütunun da zihnimdeki ham kaydı bir mahiyet kazanacaktı. Gezip gördüğümüz şehirleri bizde kalıcı bir hatıraya dönüştüren biraz da bu kayıt bilgisidir. Şiraz’da gördüğümüz bir anıt mezar, mimarisinden ötürü değil, onun Hafız ya da Sadi’ye ait olduğunu öğrendiğimizde hafızamızın kabul defterine eklenir. Sonraları Şiraz’ı her hayal ettiğimizde, pek çok mekânın uçup gittiğini ama bu iki kabrin bütün canlılığıyla hatırımızda kaldığını tecrübe ederiz. Bir akşam vakti penceremden gördüğüm o sütunu da tepesindeki uzaktan pek seçilmeyen maketle birlikte unutabilirdim. Unutmadım! Çünkü Merci meydanının ortasındaki bu granit anıt, şehrin Osmanlı’dan kalma günlerinin bir yadigârıydı. Sütunun üzerine, Telgraf hattının Şam’a ulaşmasının şerefine, Sultan II. Abdülhamit tarafından gönderilen bir Hamidiye Camii maketi kondurulmuştu. Şam’daydım, Merci meydanında bir sütunun önünde duruyordum, Halife’nin hediyesinden ancak benim duyabildiğim ezanlar yükseliyordu…
Şam benim için Merci meydanının ortasında bir şaşkınlık halidir. Şehir ne zaman hatırıma gelse, bir çiçek demeti gibi ilkin bu şaşkınlığımı uzatır. Sonra özlenmiş bir sevgili yerine koyarım kendimi. Merci Meydanındaki Hamidiye maketine sırtımı verip, şehrin dört yönüne birden dağılırım. Bir tarafım şehrin dışındaki mezarlıkta, Hz. Zeynep’in makamına toplaşmış, tuhaf bir arzuyla türbenin demirlerine yapışan İranlıların içinde kaybolur; bir tarafım Osmanlı’dan kalma büyük İstasyon binasında, Hicaz demiryollarından geçecek hayali bir İstanbul trenini bekler; bir tarafım Selahaddin Eyyubi’nin Türbesinde duaya durur; bir başka tarafım da Emeviye Camiinin arkasında hala bir hikâye anlatıcısının hikâyeler anlattığı nargilecide yayılarak dinlenmeye çekilir. Bu nargile kahvesinin önünden daracık bir sokak az ileride Şam’ın eski mahallerine gider. Orada otururken Refik Halit Karay’ın “Hülle” hikâyesini hatırlarım. Hikâyenin mekânında hatırlanan bu hikâye nedense gülümsetir beni: Önde çarşaflar içinde genç bir kadın yürür, arkasında şehre henüz gelmiş bir yolcu. Yolcu, kocasının bir hışımla boşadığı kadın tarafından, bir gecelik ölü bir nikâha memur kılındığından habersizdir henüz. Adam o günü ve halvetsiz geceyi hiç unutamayacaktır, çünkü kadın hayal edemeyeceği kadar güzeldir. Şam, misafirinde bir yara olarak kalır…
O ki Merci Meydanından, meydandaki Hamidiye maketli sütunun önünden Şam’a yayılmaya başladım. İlk Türk hava şehitlerinin artık bir türbe haline gelmiş kabirlerindeki gözyaşımı, Derviş Paşa Çarşısının hediyelerini, Süleymaniye Külliyesinin bitişiğindeki hazirede meftun son Osmanlı Sultanının hüznünü, cami bahçesinin insanı ansızın İstanbul’un atmosferine götüren avlusunun ferahlığını da yanıma almadan İstanbul’un kar bekleyen gecesine dönmeyeyim. Dönerken, Hamidiye Çarşısının kokuları sinsin üstüme. Ah nasıl da unuttum! İnsan Şam’dan ayrılırken son bir akşam Türk mahallesinin eteğinden geçip Kasiyun Dağına çıkmaz mı? İşte aşağıda bir ışık şöleni var. Akşam, saraylarda işlenmiş yaldızlı bir çarşaf gibi örtmüş şehrin üstünü. Belki de şu uzaklarda parlayan yalnız ışık, günler öncesinde Kudüs’ten, Şam kapısından yola çıkmış kervanlardan birinin kılavuzuna aittir. Burada mı nihayete erecek yolculukları, bir handa dinlenip Halep’e doğru yola mı koyulacaklar, bilinmez. Kasiyun Dağından bir akşam vakti Şam’a bakan içli biri, şehri gam dağıtan bir nargile dumana benzetir. Hâlâ öyle midir? Cevap yerine Şam’ın dudakları titriyor…