Başlığı tırnak içine aldım çünkü bana ait değil. ‘Şair ve Patron’ Halil İnalcık’ın ilk baskısı 2003 senesinde yapılan kitabının adı. Sonradan yeni baskıları yapıldı mı bilmiyorum. Kitap çıktığında tartışmalara sebep olmuş, ben de merakla alıp okumuştum. Şimdi bu yazı vesilesiyle raftan çıkarıp bir kez daha gözden geçirdim, altını çizdiğim yerler üzerine düşündüm, tartışmaları hatırlamaya çalıştım. Benim gibi günlük tutmayan biri, hele hafızası da kötüyse, on yılı aşkın bir zaman önce bir kitap etrafında söylenenleri ayrıntısıyla hatırlayamaz. Hatırladığım kadarıyla, muhafazakâr kültür adamları ve eski edebiyat akademisyenleri hocayı acımasız bulmuş, ‘divan şairi’ni para ve mevki uğruna padişaha yaltaklanan bir ‘kul’ olarak resmettiği için ona kızmışlardı. Tartışma günümüz şairi ile ilişkilendirilmediğinden olsa gerek, aslında kimsenin canın yakmamış, zararsız bir zeminde bir süre devam edip bitmişti. Meseleyi tartışmaya yeltenen muhafazakâr kültür adamları ve eski edebiyat uzmanları, İnalcık’a sağlam tezlerle cevap vermek yerine, halen sürmekte olan romantik tarih penceresinden bakıp, mealen şöyle demekteydiler: Lütfen şairlerimizi Padişahımızın dilencisi olarak gösterme. Bu, her gün bir parçasını süsleyerek anlattığımız hayali tarih tablomuza zarar veriyor!
İnalcık’ın, eskiye romantik bakmakta mahir muhafazakâr kültür adamlarımızı ve eski edebiyat uzmanlarını rahatsız eden kitabının ilk bölümü “Patrimonyal Devlet ve Sanat” başlığını taşır. Bir bakıma ‘Şair ve Patron’un ön sözü yerine de geçen bu bölümde tarihçi söze şöyle girer: “Genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çevresinde sanatını icra eder. Osmanlı toplumu gibi patrimonyal türde bir toplumda, başka deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha da belirginleşir.” Kitap, bu bir paragraflık görüşün açıklandığı bir risale gibidir. Nitekim Halil İnalcık bir kaç satır sonra konuyu açmaya başlar ve Osmanlıda, en yüksek mimarın, en iyi kuyumcunun ve en gözde şairin padişahın ilgi ve lütfuna layık görülenler olduğunu belirtir. Şairin, sayısız övgüyle elde ettiği makamın hem parasal hem de rütbece bir karşılığı vardır. Ona verilen kesenin içerisinde kaç akçe bulunmaktaydı bilmiyoruz ama rütbesi, sultân’uş şu’arâ idi. İnalcık, bir seçici ya da hakem olduğu için, padişahın da belli bir kültürel müktesabatı olması gerektiğini eklemeyi ihmal etmez. Kısacası övgücülerden hangisinin daha iyi sanatkâr olduğuna padişah karar vermekteydi.
Kuşku yok ki hükümdarın gözüne girmek öyle kolay değildi. Sayıları çok kabarık olmasa da belli bir yekun tutan namzetler, o çok arzuladıkları mevkie çıkabilmek için hem kıyasıya yarışır hem de birbirlerine çelme takabilecek fırsatlar ararlardı. Bu durumu şöyle açıklıyor Halil İnalcık Hoca: “Patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için, buna erişmek isteyen nâmzetler arasında kıyasıya bir rekabet, hased, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlakını yahut ahlaksızlığını oluştururdu. Osmanlı Vekâyinâmeleri ve Şu’arâ Tezkireleri bu acımasız rekabet ve çekişmenin hikâyeleri ile doludur. Fuzûli, büyüklerin yanına varamamanın tesellisini, ‘hased ehli’nden uzak kalmakta bulur. Hükümdara yaklaşmanın, onun ‘hüsn-i nazarı’ ile ‘manzûr’ olmanın tek yolu, yakınlarından birinin himaye ve aracılığını sağlamaktır.” Şair, bu bürokratik aracıları överken pek cömerttir: “Biz ay yüzlülerin kullarıyız / Ay yüzlüler ise hep sizin kullarınız.” İnalcık’a göre ‘patron’la birey arasında ‘intisab’ edilecek nüfuzlu kişiler yer almaktadır. Öyleyse yaltaklanma ve intisabın kademeleri mevcuttur. Şair, bütün bu basamakları çıkarken, çok dikkatli bir dil kullanmaya, bürokratik muhataplarının ve nihayet hükümdarın gazabından korunmaya çalışacaktır. ‘Dikkatli dil’ ödülün en önemli belirleyenlerinden biridir.
Şairin mevki ve para için patrona sunduğu övgü, Divan Edebiyatının ‘Kasîde’ olarak adlandırılan şubesini oluşturur. İnalcık’tan devam edelim: “Kaside sunan eser sahibine, patronun inayeti türlü biçimlerde kendini gösterir. Sultan mesleğine göre münşî ise kâtipliğe, ulemadan ise müderrislik, kadılık gibi bir ilmiye mansıbına veya vakıf hizmetine tayin eder; asker ise tımar, zeamet veya hâssına terakki verir. Kaside sunan şairlere ‘câ’ize’, çoğu zaman gümüş akça (nadiren altın sikke) olarak ve / veya yünlü veya ipekli hilat verilirdi. Genelde caize 1000 ila 3000 akça arasında değişiyor. Bu bağışların genel devlet hazinesinden çıktığı anlaşılıyor.” Halil İnalcık’ın yazı içinde bir kaç alıntısını paylaştığım ‘Şair ve Patron’u, Osmanlı İmparatorluğu döneminde sanat-iktidar ilişkisi üzerine odaklanırken, kâh İran’a kâh Batı’ya uğrayarak, imparatorluğun çağdaşı öteki patrimonyal düzenlerle de bir kıyaslama yapıyor, hatta paralellikler kuruyor. Biz, ‘modern okurlar’ ise, doğal olarak kitabın tezlerini yaşadığımız koşullara uygulamaktan alamıyoruz kendimizi. Kültür endüstrisi, kültürel iktidar, modern devlet, modern şair vb. kavramların, şair/sanatçı – patron ilişkisinin yeni biçimleri olup olmadığını sorguluyoruz.