Korunun kıyısından Sultantepe’ye doğru inerken, “işte güz de bitmek üzere” diye geçirdim içimden. “Kaldırımlara düşen iri sarı yapraklar gittikçe azaldı. Yüksek koru duvarının üzerinden sarkan dallar neredeyse çırılçıplak. Yakında meteoroloji muhabirleri karın gelmekte olduğunu duyuran haberler yapmaya başlar. Üstelik seslerine bir telaş havası katarak, sanki kıyamet kopacakmış gibi bahsederler kardan. Kar oysa, onlara hiç aldırmadan gelir ve kendi üslubunca bütün telaşlarımızın üzerini örtüverir. Karın yağmasını dört gözle bekleyenler var, biliyorum; kentin hızından yorgun düşmüş olanlar, çocuklukları taşra kışlarında kalanlar, öğrenciler, işçiler, bir ev sıcaklığının özlemini çekenler; hepsi, hepsi bekler o büyük beyaz paltoyu. Şimdi kıyısında yürüdüğüm kestane, çınar, ceviz ve incir ağaçları da onlardan geri kalmaz; zaten hazırlıklarını yapıp bitirmiş, sabırla misafirlerinin yolunu gözlemektedirler; gelecek olan gelir, bunu gövdelerini kalınlaştıran onlarca yıl boyunca defalarca tecrübe etmişlerdir. Kar gelir ve yurdunu geri alır. Ona karşı ne bir savunması vardır kentin, ne de oynayacağı oyunlar. Herkese bir hediye de getirir kar, bazılarına hayaller, bazılarına rahat bir nefes, bazılarına bir pencere manzarası. Bir tek şairlere, âşıklara ve çocuklara getirdiği hediyelerin sırrını kimse çözemez…”
Sultantepe’ye doğru inerken, “karın yağmasını sadece bazı insanlar ve çırılçıplak ağaçlar beklemiyor” diye geçirdim içimden. “Her sabah bahçesine, giriş kapısına bakarak geçtiğim şu ermiş bina da sanki bir Cenap Şahabettin şiiri gibi bekliyor göğün izzetli elini. Tuhaf bir huyu vardır bu binanın; kim olduğunu bilmeyenlere, dalgınlara, önündeki yoldan başka gideceği bir istikameti olmayanlara kendisini göstermez. Hoş onlar da iki yanı bahçe duvarıyla örülmüş, erbain odalarını muhiplerine saklamış bu yazgılar eviyle hiç ilgilenmezler. Oysa ben, tam onun yanından geçerken gayri ihtiyari yavaşlarım, dönüp hüzünle bir süre taşlarına, pencerelerine, giriş kapısına bakarım. Dahası, benimle konuşsun, bana temelini kazan Buharalı dervişlerden, Hicaza gitmeden önce mutlaka İstanbul’a uğrayan ve küçük haclarını Dersaadet’te eda eden Maveraünnehirli hacılardan, çile odalarından, Nakşi zikirlerinden bahsetsin isterim. Yol halidir, kısa bir süre birbirimizle bakışırız, sonra Özbekler Tekkesi arkamda kalır. Kendimi iyi hissettiğim günlere öyle zannederim ki, cümle derviş peşim sıra el sallıyor. Çok düşünür, bana verdikleri bu tebessümlü hediyenin sırrını bir türlü çözemem…”
Sultantepe’ye doğru inerken, “karın yağmasını sadece Özbekler Tekkesi beklemiyor,” diye geçirdim içimden. “Tıpkı korunun yüksek duvarından dışarıya sarkan dallar gibi tekkenin duvarından başını kaldırıp sokağa bakan biri daha var. Belki de geceleri, kent uykuya çekildikten sonra o ağaçlarla o ebedi misafir kendi lisanlarınca karşılıklı konuşup duruyorlardır. İtiraf edeyim ki, onun üzerimdeki tesiri yaşlı ağaçlardan da Özbekler Tekkesi’nden de fazladır. Onunla nasıl selamlaşacağımı bilemem, nasıl hitap edeceğimi bilemem, ünsiyetimiz adını hala koyamadığım bir bakışmadan ibarettir. Bir gün siz de yanından geçerseniz, Özbekler Tekkesi’nin haziresinden başını kaldırıp yola bakmakta olan Sudanlı Zenci Musa Bey’in mezar taşıyla göz göze gelmeyi ihmal etmeyin derim. Hazırlıklı olasınız diye söylüyorum: Bu yüz yıllık kabirde bir Mağrip çocukluğu, Birinci Cihan Harbi’nin çöldeki cephelerinden ceplere doluşmuş kumlar, İşgal İstanbul’undan İstiklal
Anadolu’suna kaçırılmakta olan
barutların kokusu ve bu toprakların rüzgârı olmadan uykuya çekilemeyen iki göz, hep birlikte uykuya çekilmişlerdir. Sudanlı Zenci Musa Bey’i, çocukluğunun sıcak ülkesinden uzaklara getiren ve İstanbul’un karlı kış günlerini sevdiren sırrı istesem de çözemem…”
Sol yanımda Sudanlı Zenci Musa Bey ve Özbekler Tekkesi, sağ yanımda Fethi Paşa Korusu’nun artık yapraksız kalmış iri ağaçları, Sultantepe’ye doğru inerken, “bu yol olmasa seni kim terbiye edecek,” diye geçirdim içimden. “İşte her sabah iskelenin telaşına ya da Boğaz Tüneli’nin yürüyen merdivenlerine akan kalabalığa karışmadan önce huzurdan geçiyor, sırtını görklü dostlara sıvazlattırıyor ve elbette boyunun ölçüsünü alıyorsun. Her sabah Ferganalı dervişler tarafından insanların arasına uğurlandığını kimse bilmiyor; her sabah Mağripli bir adamın tarih imtihanına girdiğini kimse bilmiyor; her sabah yankısı kendi içinden başka bir yerde duyulmayan, hüzünlü mü sevinçli mi ayırt edemediğin bir sesler yumağını ağırladığını da kimse bilmiyor. Güzün hala ıssız kalabildiği ve insanlara hala huzur telkin ettiği kentin bu unutulmuş sokağında sayısız yaprağın, bir mezar taşının ve bir tekke binasının tarih kitaplarından esirgedikleri bir sır var; her geçişimde aklımı kurcalayan, aklımla içinden çıkamadığım bir sır bu. Bazen dönüp, Sudanlı Zenci Musa Bey’e sorduğum oluyor: Diyorum ki, bu sır benimle beraber her yerde; bu sır çözülürse, meraksızlığın çölünde ben ne yaparım. Özbek dervişleri gülümseyip duruyor…”