Küçük bir taşra kasabasındayım. Yarım yamalak kaldırımlar, çukurlar, biraz uzaktaki hayvan pazarından gelen kokular, onun hemen bitişiğindeki tamirci dükkânlarının çekiç sesleri, güneşli günlerde kalkan toz ve cami minaresine leyleklerin yaptığı, insanı hep hayrete düşüren yuva. Bir kahvehane çardağının altında, uykudan başını kaldırıp küçük söğüt dallarıyla yüzündeki sinekleri kovmaya çalışan yaşlı bir adam; o mu ölümünü bekliyor, ölüm mü onu belli değil. Çocuklar oynarken, içlerinden kimileri bazen tuhaf bir dalgınlıkla topa bakıyor; her yerde tamir edilemez bir yalnızlık ve ben on altı yaşımdayım. Yük olmasın diye haritadan koparılıp atılmış şu ıssızlığa karşı içimde hem bir merhamet hem de nefret var. Lisenin giriş salonuna cepheden bakan kapısı çift kanatlı kütüphaneye ilk adımımı atıyorum. İki duvarı boydan boya kaplayan raflar, raflara intizamla dizilmiş kitaplar, kitaplar, kitaplar. Onlar hakkında hiçbir fikre sahip değilim; başlangıçta yalnızca sırtlarına bakıyorum. Kasaba, bir öğlen güneşiyle birlikte pencerelerden içeriye giriyor: Çekiç sesleri, yaşlı adamın uykusu, topa bakarken dalan çocuk. Hayat kitapların sırtında bir bilmece gibi duruyor…
Bana Robinson Crusoe’yu okumamı kim önerdi, hiç hatırlamıyorum. Uzak bir şehirden gelmiş ve ıssızlığımızın içinde kaybolup gitmeye başlamış bir öğretmen olabilir. Ama bir erkek öğretmen değil, mutlaka bir bayan öğretmen: Saçlarını tararken futbol oynayan bazı çocuklar gibi bir yerlere dalan, minaredeki leylek yuvasına baktıkça aklı karışan, durduk yerde mahcup bir gülümsemeyle aynaya bakan, bir mektup gelince telaşlanan. Robinson Crusoe’yu okudukça ıssızlığın içinde bir başka ıssızlık büyüyor. Eve dönüşlerde yeşil bir yamaca uzanıp, epey bir zaman kendimi kahramanın yerine koyuyorum. Issız bir ada, annem yok, babam yok, akrabalarım ya da komşularım da yok. Birden, büyük korkularla yaklaşan akşamı düşünüp irkiliyorum. Kötü bir rüyadan uyanınca her şeyin yolunda olduğunu gördüğüm anlardaki gibi bir rahatlama değil yaşadığım. Eve dönerken, hâlâ adadaki bir patikada yürüyormuşum duygusuyla yol alıyorum; akşam yaklaşıyor ve ormandan bazı sesler geliyor. Bir adada yapayalnızım. Bir gün uzak kentlere gittiğimde, bu yalnız adanın da benimle birlikte uzak kentlere geleceğini bilmiyorum henüz; Kavafis’i bilmiyorum, Kavafis’in kentinden şikâyet eden yolcusunu bilmiyorum. Yamaçtan kasabaya bakıyorum; küçük tek katlı evler, bir ada gibi yalnız, bir ada kadar yalnız…
İşte bir başka yalnızlık adası daha var çantamda. Yalnızlığı hep gözetlensin diye, yüksekçe bir yerine bir kale bile yapılmış. Genç teğmen Giovanni Drogo, görevinin ilk aylarında büyük bir titizlikle Tatar Çölü’nün sonu belirsiz boşluğuna karşı nöbet tutan askerlerini denetliyor. Henüz bilinci açık, neşeli kentin, sevgilisinin, annesinin, askeri okulun kokuları üzerinden uçmamış. Henüz bilinci açık; üç yıl sonra derecesini yükseltir yükseltmez şu ölü çöl nöbetini bitirip eve döneceğini düşünüyor. Benim de bilincim henüz açık. Sayfaları çevirirken, büyük bir saflıkla genç Giovanni’nin zorunlu hizmet biter bitmez o hayat dolu kıza, o ışıltılı caddelere, o anne mutfağına kavuşacağını hayal ediyorum. Sonra çölde bazı tuhaf yansımalar başlıyor; ıssız günün ortasında bir parıltı, akşama doğru görünüp kaybolan bazı gölgeler, geceleri neye benzediği belli olmayan sesler. Teğmenin açık bilinci, aldığı her yeni rütbeyle kapanmaya başlıyor; çölden bir düşmanın geleceğine o da inanıyor sonunda; yanılsamalar onun da hayatını yutuyor. Eve dönmeli mi? Bu soru, yıllar önce şu boşlukta gözüküp kaybolan bir gölge gibi unutulup gitmiş işte. Gerçek bir düşmandan başka hiç bir beklentisi kalmıyor rütbeli çöl bekçisinin. Bir gün, gerçek düşman borusu çaldığında, Giovanni’yi yazgısına yenilmiş buluyor.
Kentte bir adam dolaşıyor. Onunla birlikte dolaşırken, adımladığı yerin bir kent değil de tenha bir ada ya da bir kısa ilişkiler çölü olduğu duygusuna kapılıyor insan. Oysa hem ilginç hem ayrıcalıklı bir görevi var Wilhelm Genazino’nun: Frankfurt sokaklarında, henüz hiç kimsenin giymediği kunduraları test eden bir ‘ayakkabı denetçisi.’ Giyindiği ve belli bir süre test ettiği ayakkabılar hakkında raporlar hazırlıyor: Kalıbı iyi mi, derisi nasıl? Bazı ayakkabılar gerçekten de çok rahat, bazıları hiç öyle değil. Bir ‘ayakkabı denetçisi’ olarak, yürüyeceği yolları, caddeleri, sokakları seçme özgürlüğüne sahip; bir varış noktası da yok üstelik. İstediği yere gidebilir, istediği an dönebilir, bir başka gün bir başka güzergâhı tercih edebilir. Ama her nereye giderse gitsin, sokaklarında dolaştığı kendi kentidir, kendi Frankfurt’u, kendi çocukluğu ve arkadaşlığı. Genazino ayakkabıları, sevgilisi de Genazino’yu test etmiştir; deri ikinci sınıf, kalıp dar, imalatı saçma sapandır. Kent bu saçma sapan adamın, bu yalnız erkeğin duygularıyla hiç ilgilenmez. Sadece birkaç orta yaşlı kadın, orta yaşlı Wilhelm’i kendi yalnızlıklarının tuzağına çekmeye çalışır, o kadar. Sonunda Genazino, tıpkı test ettiği kunduralar gibi yaşamın da raporunu kayda geçer: “Hayat uzun, yağmurlu bir güne benziyor, beden ‘O Gün İçin Bir Şemsiye’ye…”