İki bayram arasında ne çok şey yaşadık! Şehit aileleri bu bayrama mahzun, ama elbette gurur hissiyle girdiler. Bir darbe girişimi Türkiye’de ilk kez yenilgiye uğratıldı, üstelik işgal girişiminden farksız olduğu halde.
Gelgelelim Macbeth’in üç cadısı iş başında yine. “İyi kötüdür, kötü de iyi / Siste pis havada buluşalım.” Maruz kaldığımız işgal denemesinde rol oynadığı gerekçesiyle bazen bir isim öne sürülüyor, aklımız karışıyor ve galiba zaten aklımız karışsın isteniyor. Gizli ittifaklar var mıydı, kim tam olarak kimdi, aslında çok güvendiğimiz kimi isimler de bildiğimizden farklı mıymış… Bu şekilde bir şayia ortamı oluşturulmasına izin vermemek gerekiyor. Bunun için de yargı süreçlerinin üst kurullarca denetlenmesi bir çözüm olabilir. Kötülükte direnen, başka hayatların itham ve iftirayla yok olmasına seyirci kalan elbette cezasını çekmeli. Ancak ihbarcının fütursuzluğu yüzünden kararan hayatlar konusunda da her türlü açıklamaya duyarlı olmalı yetkililer. 15 Temmuz yeni bir toplumsal ittifak zemini oldu. Bu ittifak ancak adaletli muameleyle korunabilir.
Sürekli haberler ve mesajlar yağıyor üzerimize. FETÖ ile hiç ilgisi olmadığı halde açığa alınan isimlerden söz ediliyor. Sayın Cumhurbaşkanı da “At izi it izine karıştı” diye ifade etti bu alandaki sıkıntıyı. Kimi ihbarların kişisel husumet eseri olduğunu ortaya koyacak kürsülere ihtiyacımız var. Bir sebeple nefret ettiği kişinin ayağını kaydırmak için onu FETÖ’yle ilişkilendirenlerin suçu darbecilikten hafif değil. Ne de olsa başarısız darbenin bir umudu hatta ikinci aşaması, toplumsal kaos oluşturmak.
Söz gelimi, darbecilerle ilgisi olmadığını öne süren, büyük yoksunluklara rağmen kendi çabasıyla öğretmen olmuş, öğrenciler yetiştirmiş bir kişinin mektubunu okudum sosyal medyada. Her türlü eğitme hakkı elinden alınmış. Bunun makul bir açıklaması olmalı. Bazen konu ederim yazılarımda: 12 Mart döneminde babam da bu tür bir soruşturmaya maruz kalmıştı. TÖS boykotu nedeniyle soruşturma açılmıştı ve en azından sürgün edilmesi bekleniyordu. Sonunda hakkındaki suçlamaların gerçek dışı olduğu anlaşıldı, ama çamur atınca da izi kalıyor. Bir damga, bir yafta, bütün ömrünce takip eder kişiyi, özellikle taşrada.
Üstelik meslekten uzaklaştırılan veya göz altına alınan kimi kişiler medya veya kurumlar kanalıyla mağduriyetlerini ifade edebilirken, kimileri bunu dile getirebilecek mikrofonlara sahip olmayabilir.
Mutedil düşüncelere ve tepkilere izin vermeyen bir süreç bu tabii, bu nedenle de sakınımlı olmak ve aynı zamanda mağduriyetleri gündemde tutmak son derece önemli. Gücü adalette aramak ve bulmak, dünya imtihanının en zorlu sorularından biri. Özellikle İslami söylemlere atıfta bulunan siyasal kadrolar, güçlü olmanın adil (ve haklı) olmaktan bağımsız düşünülemeyeceğini ortaya koyan icraat ve açıklamalar borçlular topluma.
Arafatta vakfe
Haccın beni en çok etkileyen rükünlerinden biridir, Arafat’ta vakfe. Bir anlığına bile olsa durur ve düşünürsün, bir insanlık seli ortasında: Nerede geçirdim hayatımı, hangi amaç peşinde? Değdi mi peki? Hacdan sonra insanların değiştiğini söylerler. Büyük insan seli, hem hiçliği duyuruyor olmalı, hem de biricikliği.
Henüz Hac ibadetini yerine getirmek kısmet olmadı, ancak umre izlenimleriyle anlayabiliyorum, o yeniden doğuş fırsatını. Hacc fotoğraflarına baktığımda, Kabe’de veya Arafat’ta, olağanüstü etkileyici, benzersiz bir sanat eseri izlediğimi hissediyorum. İnsanlığın harmanlandığı o sahnede bütün ayrıntılar geriye itilirken asli olan öne çıkıyor. Riya ve hırstan arınarak rıza dileyen kalabalıkların içinde bir kum tanesi olmak, bazen nasıl özgürleştirir insanı! (Lara/Larissa öykümde bunu konu almıştım. Benliğimizde hissettiğimiz daüssila sızısı böyle iki yönlü açılır: Kalabalıkta kaybolurken yok olmak veya kalabalıkta kaybolurken kendine rastlamak. Bizi vahdet ve tevhide çağıran güçlü saiklere karşılık, parçalanmaya devam ediyoruz. Hesap günü nasıl mahcup düşmeyebiliriz? Yaratılış, varlık, büyük bir bağış. Bu bağışa layık olmak için elimizden geleni yaptığımız söylenebilir mi?
Her zaman Müslümanlığın sanatkarene bir hayat tarzına yakın düştüğünü düşünmüşümdür. İslam da sanat da hayatın bir tekrarlar halinde sıradanlaşmasına, geçici hevesler uğruna tüketilmesine izin vermez. İslam da sanat da hayatı yüce bir amacı kendince tanımlama çabası içinde sürdürmeyi ister. Her ikisi de yalana ve karanlığa karşı bir mücadelede billurlaşır. Yenileyici, dinamik kılan hayat görüşüyle Müslümanlık, muhafazakar bir hayat telakkisinden ziyade sanatkarane bir hayat telakkisine denk düşer.
Hac ve umre dalgalarıyla sürekli arınıyor toplumumuz, çok şükür. Buna karşılık bizi yaralayan başka fotoğraflar da var. O güzel sanat eserini, kardeşlik tablosunu oluşturan cazibe merkezi olarak Kabe, elbette yükseklerden bir yerden izlenilebilir; bir dağdan, bir uçaktan. Ancak bu seyrin eşit statüleri ve Mescidi Haram uzamını zedeleyecek şekilde, bir kule otel dairesinin penceresinden yapılabilmesini hazırlayan zihinsel pragmatizm, “bizim büyük çaresizliğimiz”in göstergelerinden biri.
Arafat’ta vakfe hali içinde olsaydım, herhalde Mescidi Haram’ın mekanlarını daraltan sebepler üzerine düşünmeden edemezdim. Sa’y sırasında beton bir galeride yol almamız gerçekten kaçınılmaz mı? Kabe’nin etrafına kule oteller dikilmesinin hacıların rıza arayışına nasıl bir katkısı olabilir?
Eskiden Suudi Arabistan’ı sorumlu tutardım bu hal ve gidişattan. Şimdi sorumlunun genel bir “Biz” pragmatizmi olduğunu düşünüyorum. “Biz” olsaydık acaba daha farklı neler yapardık? Biz ki Turgut Cansever’in senelerce üzerine çalıştığı halde düzeltmeye izin bulamadığı Beyazıt Meydanı’nın kaydırılan cami aksını hâlâ gündemimize almış değiliz.