Pazar günü ‘yabancı’sı

İnsan pazar günleri kimliksiz uyanır. O, bütün ölmüşlerin zevkle kendini hatırlattığı ve bizi dünyanın bir mezarlık olduğuna inandırdıkları zafer günüdür. Daha gözlerinizi açar açmaz, ezeli ve ebedi bir yalnız olarak çaresiz hissedersiniz kendinizi. Elbette dünyadasınızdır ve elbette siz gözlerinizi açmadan önce başlamış bir hayat vardır. Dışarıdan bazı sesler gelir, onlara tutunmaya çalışırsınız ilkin. Bir Pazar günü sabahının seslerine tutunmak, “rüzgâra sarılmak” gibidir. Bunun böyle olduğunu hemen anlamazsınız: Yatağınızdan doğrulur, o büyük boşluğu bir süre teneffüs edersiniz. Günün en taze vakti olmasına rağmen sesler garip bir biçimde eskimiştir, haberler eskimiştir, aşklar ve akrabalar eskimiştir, çocuklar uzak bir park neşesi haline gelmiştir, haritalar zaten hiçbir yeri göstermez. Yattığınız yerden salona geçerken, terennüm edilemez bir boşluğu teneffüs ettiğinizi bilirsiniz. Bu kısa mesafe ilhamdan, öğreticilikten, hüzünden, maneviyattan, aşktan ve hatta yalnızlıktan arındırılmış özel bir “çile yolu”dur. O boşluğa bir soru sorulamaz ona bir cevap da verilemez. Pazar sabahları insan, dünyaya atılmış olmanın bir provasıdır…

İşte ben, her birini bir öncekine göre daha çok semirttiğim pazarlardan birini teneffüs etmekteyim. Bir kimliğim yok; yalnızca bir ruhum olduğunu hissediyorum, hem de bütün şiddetiyle. Şiddetinin nedeni canlılığı değil, tam tersine cansız olması. Hiçbir yere ait değil, bana bile! Ve ben, hiçbir yere ait olmadığı için bana da ait olmayan bir Pazar sabahı ruhunu, koca bir gün boyunca nasıl taşıyacağımı, nereye götüreceğimi, neyle eğleştireceğimi bilmiyorum. Onca yaşam deneyimime rağmen, içine düştüğüm çaresizlik bana biraz tuhaf geliyor. Bir an, iyilik anlatıcılarını düşünüyorum: Vaizleri, psikologları, mistik ruh onarıcılarını, ideologları. Bir başka dünyada parklara, bahçelere, kreşlere dağıtılmış çocuk eğitmenleri gibi geliyor hepsi de. Somurtkan gelini düğüne hazır etmeye çalışan kocakarıların diliyle konuşmakta uzmanlaşmış görünüyorlar. Birbirinin aynı kelimeler, klişeleşmiş cümleler, ezberlenmiş müjdeler… Belki de bir pazar günü sabahının tek güzel yanı, ruhun hiçbir iyilik anlatıcısını yanına kabul etmemesidir. Çünkü ortada bir arıza yoktur, bir ikaz yoktur, bir ima yoktur. Ruhumuz bütün kapılarını kapatıp, bizi bir pazar sabahına salmıştır…

Kalkıp nereye gitsem? Ruhum olmadan, telaşsız. Yılın bu son pazarını nasıl bir armağanla onurlandırsam? Bir kış günü donmuş Neva nehrine bakan Oblomov gibi pencereden dışarıya bakıyorum ve birden bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Sonra garip bir kahkaha atma arzusu: Benim niye kürküm yok? Oblomov’un bir kürkü vardı çünkü; bir yere gitmek istemeyince onun içine girerdi, dünyada hiçbir zırh onun kürkü kadar sağlam değildi. Don Kişot’un zırhları paramparça oldu ama Oblomov’unki asla. Belki de fazla yumuşak olduğu içindir; düşman kedi kılığına girmeden yaklaşamadığı için. Sonra Oblomov’un yattığı yerden, oturduğu yerden, düşündüğü ve baktığı yerden hep kürkünün içinde, hep bir kedi seven elini düşündüm. İri bir yüzük var mıydı acaba parmağında. Şimdi televizyon ekranlarında sıkça gördüğüm, “iktidar adamı” yüzüklerinden. “İktidar adamı yüzükleri”ni çağrıştırdığı ve bir Pazar sabahının ruhani boşluğunu kedileştirdiği için Oblomov’u hemen unutuyorum; kahkaha atma isteğimin bir kahkahaya dönüşmeden kaybolmasına şükrediyorum; kürksüz, incecik ruh halimle aşağıya, boğazın yamacına bakıyorum. Yılın son pazarı. Sormadan edemiyorum: İri yüzüklü iktidar adamlarının da pazar günleri insanı çaresiz bırakan bir ruhu var mıdır acaba?

“Sonuçta ben kendi ruhumdan sorumluyum.” Kabanımı giyerken kurduğum bu cümle hem acıklı hem de fazlasıyla gülünç. Kendini cezaevinde olup bitenlerden mesul hisseden bir mahkûm kadar acıklı ve gülünç. Bunları geçelim, bunlar bir pazar gününe yakışan cümleler değil, hele yılın son pazarına hiç değil. Ayrıca bu tarz cümleler, ancak iyilik anlatıcılarının, iri yüzüklü iktidar adamlarının dilinden düşer. Benim için mesele yalın: Birazdan dışarıya çıkacağım, dünyanın en uzun günlerinden biri, nereye gideceğimi bilmiyorum, ruhumda beni hayata yaklaştıracak hiçbir işaret yok, dışarıdan gelen sesler yabancı, ömrümde hiç kürk giymemişim, iri yüzüklerden nefret ederim ve hâlâ bir Pazar gününün içini doldurmakta güçlük çekiyorum. Elim raftaki bir kitaptan diğerinin üzerine kayarken, “şükürler olsun ki böyleyim” diyorum. Pedro Paramo’yu geçiyorum, Eski Ustalar’ı geçiyorum, Parma Manastırı’nı geçiyorum, İlk Adım’ı geçiyorum, Vergilius’un Ölümü’nü geçiyorum, Beyaz Kale’yi geçiyorum; bir sokaktan, bir evden diğerine geçer gibi. Gidip Yabancı’nın önünde duruyorum: Kalk Meursault, birlikte Cezayir’e gidelim…